Server Tanilli

Türkiye Nereye Gidiyor? / 6

29 Kasım 2008 Cumartesi

Kürt sorununu yeniden düşünmek

Ne var ki, gerçekçi çözümler özgür bir tartışma ortamının eseri olabilir; bunu sağlamadıkça, daha da önemlisi, çözümler soyutta bırakılmayıp yaşama geçirilmedikçe, demokrasimiz “topal” olmaktan kurtulamayacak.

Bütün bunları hayat dayatıyor.

Ama her şeyden önce, niçin böyle bir sorun var?

 

Tarihten gelen ortaklık ve bütünlük

Kürtler, Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda yaşayan; 15 milyon dolayında nüfuslarıyla bu bölgelerde çoğunlukta olan bir halktır. Söz konusu topraklar, ilk kez Selçukluların kullandıkları bir deyimle, “Kürdistan”ın bir parçasıdır; Kürdistan ise siyasal değil coğrafi bir gerçeklik olarak, dört devlet, Türkiye, Suriye, Irak ve İran arasında bölünmüş durumda. Öte yandan, Kürtlerin, İsa’dan önceye çıkan bir tarihi, ayrı bir dili ve özgün bir edebiyatı vardır. “Önasyada yaşayan Türk asıllı bir kavim” ya da “dağlı Türk” gibi kimi -asılsız ve şoven- iddialara karşın Kürtler Türk de değiller; nasıl ki Türkler de Kürt değildir (Bkz. özellikle şu son iki eser: Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Perî Yayınlar, İstanbul, 2002; Hasan Cemal, Kürtler. Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2003).

Öyle de olsa, Anadolu’nun o eşsiz mozayiğinde, onu daha da göz alıcı kılan apayrı bir renktir bu halk. Türklerle ilişkileri söz konusu olduğunda da türkülerimize kadar ortak olduğumuz, dahası kız alıp kız verdiğimiz bir halktır Kürtler; böylesi bir iç içe geçişin ve “bütünleşme”nin başka bir örneği de yoktur tarihte.

Bütün bunlara karşın, ne olmuştur tavrımız onlara?

Pek yakın tarihlere değin, -Türkiye’de- hemen bütün iktidarlar, Kürtlere karşı “ikiyüzlü bir politika” izlemiş; Kürtlerin varlığı resmi planda yadsınırken uygulamada tam tersi bir yol tutulmuştur. Gerçekten, bir yandan Kürtlerden vergi ve asker alır, seçimlerde oyu istenirken öte yandan Doğu’da yaşayan yurttaşlar ulusal bütünlüğe karşı bir konumda gösterilmiş ve kuşku ile bakılmıştır kendilerine; bu tutum, ırkçı ve bölücü politikalara haklılık sağlayan, bölgeye yönelik iktisadî, askeri, kültürel, eğitim ve güvenliğe değin bütün siyasetlere damgasını vuran bir bakış açısına, bir toplumsal değer yargısına yol açmıştır.

Bunun örnekleri uzun bir liste tutar...

Bu örneklere bakıp sorulabilir: Kimdir bölücü? Bizzat Türk burjuvazisi, onun yönetimi değilse kim?

Cumhuriyet’in ilanından 15 ay sonra patlak vermiş bir ayaklanmanın, Şeyh Sait Ayaklanması’nın (1925) ve onu izleyen başkaldırıların genç Cumhuriyet yönetiminde yol açtığı kaygılar elbette önemlidir. Ancak, bunların sorumluları yakalanıp cezalandırıldığına göre, ayrıca bütün bir halkın sürgit “lanetli” olarak görülmesinin anlamı ne? Hele çok partili döneme geçtikten sonra, aynı ikiyüzlülüğü sürdürmenin anlamı nedir? Demokrasi bir bütündür ve tüm ülkede geçerli olmak zorundadır. Demokrasi gerçekten var idiyse, Kürtleri onun dışında tutmanın anlamı neydi?

İkiyüzlülük, ama niçin, ne adına?

Hem bölücülük yapmak, hem de bölücülük suçlamalarıyla Doğu’daki yurttaşlara karşı sürekli bir düşmanlık ortamını yaratma politikasının altında yatan, şu olmuştur: Türkiye’de demokrasi yaşamını “tehdit” altında tutarak “sınırlı” kalmasını sağlamak! Bunun en çarpıcı örneği, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kapatılmasının gerekçesidir. Gerçekten, TİP hakkında, hemen “bölücülük” iddiasıyla, Anayasa Mahkemesi’nde dava açılır; ve parti 12 Mart faşist darbesinin arkasından kapatılır. Parti kapatılırken TİP’li yöneticiler de iki suçlamadan mahkûm oluyorlardı, “Komünist” idiler ve “Kürtçülük” yapmışlardı!..

12 Mart’ın arkasından 12 Eylül askeri müdahalesi de yine büyük ölçüde, demokratik yaşamın zayıf halkasını oluşturan Kürt ulusal demokratik hareketinin üstüne basarak gerçekleştirilmiştir: “Ülkenin bölünme tehlikesi” teması, milliyetçi şoven duyguların egemen olduğu bir toplumda, hemen her kesimde yankı bulmuş ve faşist darbe kamuoyunda “haklılık” kazanmıştır. Bütün bu olup bitenlerden çıkarılacak dersler nelerdir?

 

Doğu’yu ve Güneydoğu’yu kalkındırmak

Başta şu: Kürt sorunu çözülürse, sadece Kürtler için çözülmüş olmayacak; demokrasiyi bir güvenceye bağlayacağından, Türkler için de çözülmüş olacak.

Türk ve Kürt demokratlarının ortaklaşa gerçeğidir bu!

Burada, sosyal demokratlara daha da önemli görevler düşmektedir, Kürt sorunu söz konusu oldukça, Türkiye “sağ”ının tutumu nedir, ne olabilir, bunu bilmek için kâhin olmaya gerek yoktur; bir bölümü, bir “eşkıya” edebiyatını uzun bir süre daha sürdürmeye soyunurken bir bölümü soruna, din ve inanç açısından yaklaşacaktır, nitekim öyle oluyor. Burjuvazinin sosyal demokrat kanatları ise konuya, mümkün olan gerçekçilikle bakmalıdırlar; en başta da şu -çok kez şoven ve kaba- milliyetçi alışkanlığı terk etmeliler!

Aynı şeyi niçin Kürtlerden de beklemeyeceğiz?

Çünkü, 80 ve 90’lı yıllarda PKK’nin bir sığ, ufuksuz ve hesapsızca davranışının maliyeti, Kürt-Türk 30 bin ölüdür.

Bu acıları yeniden yaşayamayız!

Ama her şeye karşın sormuş da olalım: Kimdi asıl yaratıcısı o kanlı terörün? Yeniden hatırlatalım: Türk aydınları gibi Doğulu aydınlar da 1960’lı yıllarda demokrasiye büyük umutlarla ve içtenlikle sarılmışlardı. Ne var ki, TİP’in getirdiği demokrasi anlayışının desteksiz bırakılması; arkasından, Kürt sorununu yok sayan bir demokrasi anlayışının yaygınlık kazanması, sonra da 12 Eylül rejiminin düpedüz ırkçı, faşist ve vesayetçi tavrı, bu aydınların bir bölümünü umutsuzluğa, giderek terörcü savrulmalara itmiştir. Özetle, Türk burjuvazisi, ektiklerini biçmiştir Doğu’da!

Ama onca acılara sarıp sarmalayarak şunları da öğretmiştir olan biten: Ne yönden gelirse gelsin, ne adına olursa olsun, terörün sağlayacağı hiçbir şey yoktur. Öte yandan, Kürtler ve Türkler arasında bir birlik olacaksa, “sevgiye, eşitliğe ve kardeşliğe dayalı bir birlik” olacaktır! Bu beraberlik üstelik mümkündür ve Kürt sorunu, çözülmez bir sorun değildir. Ama nasıl?

Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK terörünün sona ermesiyle, Kürt sorunu gündemden düşer gibi oldu; ne var ki, Irak savaşıyla, sorun yine güncellik kazandı ve çözülünceye kadar da gündemde kalacağa benzer. Şunu da görmek gerekir: Kürtlerin mücadelesi, PKK’nin kişiliğine indirgenip bir terör olayı olarak gösterilmeye çalışılmıştır; oysa sorun PKK’den önce vardı, PKK sahneden çekilse de sorun varlığını sürdürecek. PKK’nin sahneden çekilişi ise bir süreç içinde olacaktır; siyasetçiler, devletin ilgili birimleri, medya ve aydınlar bu süreci doğru okumalıdırlar (Bkz. Ruşen Çakır, PKKnin Direnç Noktası”, Vatan, 8.9.2008).

Bir gerçek de şudur: Kürt sorununu çözmek, aynı zamanda Türkiye’de demokrasiyi sağlığına kavuşturmak, onu sağlam temeller üzerine oturtmakla eşanlamlıdır. Böylece, her iki sorun, etle tırnak gibi birbirine bağlıdır: Kürt sorunu çözülmeden özgürlükçü bir demokrasinin kurulması mümkün olmadığı gibi, çağdaş bir demokrasi kurulmadan da Kürt sorunu çözülemez (Bkz. özellikle Tarık Ziya Ekinci, Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi, Küyerel Yayınları, İstanbul, 1997; Demokrasi, Çokkültürlülük ve Bir Yargısal Serüven, Küyerel Yayınları, İstanbul, 1999).

Önümüzde açılan dönem de altın değerindedir...

 

Özgürlük ve kimlik

Başta özgürlükler ve “kimlik sorunu” geliyor. Anayasadan kaynaklanan şu acayiplikler sırıtıyordu: “Kanunla yasaklanmış herhangi bir dil”le düşünce açıklaması ve yayım yasaklanmıştı (m. 26, 28). Burada kastedilen, aslında Kürtçe idi ve elbette bir ilkellikti; çünkü dil, yasaklama kaldırmaz. Bu, anayasa değişiklikleri sırasında kaldırılıp atılırken “ölüm cezası” ayıbı da -ilke olarak- hukukumuzdan temizlenmiştir.

Bir de bütün ülke çapında eğitim konusunda dil konusu önemlidir: Üniter yapılı devletlerde, eğitimde, tek bir dil kuralı uygulanır. Örneğin Fransa’da, doğusunda, Alsace ve Lorraine için de eğitim dili Fransızcadır. Türkiye’de de bu kural adına Türkçe olacaktır. Ama bu kural, Kürtçenin başka alanlarda kullanılması ve eğitimini dışlayamaz, dışlamamalı. Hem, bu konuda çoğu sorunlar, Avrupa Katılım Ortaklığı Belgesi ile gündeme girmiştir.

PKK terörü savsaklanmaya gelmese de teröristlere bir “eve dönüş” kapısı daha açmak da önemini sürdürüyor.

Öte yandan, sayısı 100’ü aşmış üniversitelerimizden birinde, örneğin Diyarbakır’da, bir Kürt Etüdleri Enstitüsü gösterebilir misiniz? Ya da bir üniversitenin tabelasında Kürt kültüründe yeri olan birinin adı niçin yoktur? Ahmedi Hani, üç yüz yıl önce yaşamış çok ünlü bir Kürt şairidir; Ağrı ilinde doğmuştur. Ağrı Üniversitesi’ne onun adı neden verilmez de “İbrahim Çeçen Üniversitesi” olur? Kimdir bu İbrahim Çeçen?

Ama sadece bunlar da yetmez: Doğu ve Güneydoğu, kalkınmayı ve gönenci de bekliyor...

Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına karşın, ülkenin “mahrumiyet bölgesi”dir; dün öyleydi, bugün de böyledir.

Bu “mahrumiyet”i rakamlara vurmak mümkün.

Ama asıl önemlisi, nedenler ve çıkış çareleri...

Cumhuriyetin kalkınma politikasında, ağırlığın batıya ve Marmara bölgesine verilmesi, nedenlerin başında geliyor, öyle de olsa, 1927 sanayi sayımında, Diyarbakır, iller arasında 7. sırada idi; 1997 sıralamasında 57. sıraya düşer. Arada uzun yılların ihmalleri yer alıyor. Bu savsaklamalar, yoksulluğa yol açarken bir gün teröre de kaynaklık edecekti elbet. Gerçekten, Doğu’nun ve Güneydoğu’nun olduğu kadar, bütün bir ülkenin belini kıran, sosyal ve ekonomik dengesini altüst eden, PKK terörü olmuştur. Bilanço korkunçtur: 30 bin insan ölmüş, 100 milyar dolar heba olmuştur.

Bütün bunlara, Irak’a Amerikan saldırısının ekonomimize vurduğu darbeleri de eklemeli.

Ancak, bir şeyler de yapmak gerekiyor.

Sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kalkındırılması için değil, bütün bir ülkeyi etkileyeceği için de bir şeyler yapmak. AKP hükümeti, gelişmelerin yeterince bilincinde midir?

Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan insanların iş ve aş sorunu “inşallah ve maşallah”la çözülemez. Devletin, bu bölgelerde fabrika kurması, işyeri açması ise imkânsız; çünkü parası yok! Yabancı sermaye ve ülkenin batısında oluşan sermaye de bu bölgelerde gelip yatırım yapmaz. Bu durumda, tek çözüm, bölgedeki girişimcileri desteklemek, bölge halkını yatırıma ve üretime yönlendirmektir. Yatırım ve üretim de sadece fabrika kurarak olmaz; tarımsal yatırım ve üretim de sanayi yatırım ve üretimi kadar önemlidir.

Acıdır, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hayvancılık ve tarımsal üretim ölmüştür; kör topal da olsa, Doğu ve Güneydoğu insanına iş ve aş sağlayan sistemi biz kendimiz çökerttik!

Şimdi, hemen yapılması gereken, bu sistemi yeniden kurup işletmek olmalı! Bunu yapacak olan da devlettir, hükümettir. Sistem, ayakları üzerine tekrar dikildiğinde, Doğu ve Güneydoğu insanını hem yatırıma hem üretime itecektir. Sıradan teşviklerle de yetinmemeli!

Umut verici başlangıçlar da görüyoruz...

Bu arada, GAP’ı hızla bitirip üretime açmalıyız!

Böylece, Doğu’yu ve Güneydoğu’yu kurtaracak ve yolları açacak olan, daha büyük çapta üretim etkinlikleridir. Daha şimdiden bir “ulusal dava” boyutlarına bürünen bu konunun üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Öte yandan, Türkiye’deki demokratik açılıma, Türkiye’nin Kürtleri de yardımcı olmalıdırlar: Doğru düzgün işleyen bir demokrasinin “inşa”sına katılma; bir de, kuracakları partilerin, “Kürtlerin partisi” olmaktan çıkıp bütün Türkiye’ye açılmaları... Bu son halde, “milli birlik ve beraberlik” daha da gelişecek, “ülke bütünlüğü” ve “üniter devlet” ilkeleri güç kazanacaktır.

Günümüzde, Anayasa Mahkemesi’nde davası olan Demokratik Toplum Partisi’ni de (DTP) işte bu ilkeler adına kapatmamalı. DTP kapatılırsa, sevineceklerin başında -hiç kuşkusuz - PKK olacaktır...

 

(Sürecek...)



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye Nereye Gidiyor? 10 Ağustos 2009
Masal ve Gerçek... 7 Şubat 2009

Günün Köşe Yazıları