Olaylar Ve Görüşler

Suriyeli kadınların çilesi

09 Mart 2016 Çarşamba

Biri overlokçu, biri su satıyor, biri kâğıt topluyor, biri dileniyor. Canlarını kurtaran Suriyeli kadınları Türkiye’de ayrı bir savaş bekliyor: Sömürü ve cinsel taciz.

Savaş, insanları yalnızca evlerinden, topraklarından koparmıyor, umutla çıktıkları yollarda da sürüyor. Resmi rakamlara göre 2 milyonu aşkın Suriyeli sığınmacının bulunduğu Türkiye’de, Ege sahilleri ölüm kokarken karada ‘modern kölelik’ hüküm sürüyor. Özellikle kadınlar cinsel şiddete maruz kalıyor, emekleri sömürülüyor, dilendikleri masalardan itilip çöplerde ve parklarda yaşıyor. Ve devletler onların hayatları üzerinden pazarlık yapıyor.
Öğle molasında Okmeydanı’nda çalıştığı tekstil atölyesinin kapısında buluşuyorum 20 yaşındaki Suriyeli M’yle. Oturduğumuz esnaf lokantasında cep telefonundan savaştan önceki hayatının fotoğraflarını gösteriyor.

Kestim siyah saçlarımı
“Şu an hayallerim overlok makinesinin ötesinde değil. Sabah 08.30’da makinenin başına geçiyorum, akşam mesaiye kalmadıysam 21.00 gibi çıkıyorum. Evde annem, benden üç büyük ablam ve iki küçük kardeşim var. Pek konuşmayız. Konuşacaklarımız, bombaların yerle bir ettiği evimizin enkazında, iki yıldır haber alamadığımız babamızda kaldı. İki yıldır buradayız, birkaç Suriyeli dışında pek tanıdığımız yok. Yanlış anlama ama buranın insanları Suriyelileri sevmedi.”
Emeğinin sömürülmesi dışında cinsel tacizden yakınıyor. “Çalıştığım bir tekstil atölyesinde öğle molasına birkaç dakika kala patron geldi. Overlok makinesinin üzerine bir yığın parça bırakıp ‘Bunları yaptıktan sonra öğle yemeğini yersin’ dedi. Çalışırken baktım bir sandalye çekip yanıma oturdu, bir elini bacağımın üzerine koyup diğer eliyle de öpmeye çalıştı. İttim ama kurtulamadım. Saçlarımdan tutup çekmeye başladı. O an başımın yerinden koptuğunu hissettim, bağırmaya başladım. Saçlarım hâlâ o pis ellerindeydi. O kadar uzamış simsiyah saçlarımı kestim sonra. Ve bir daha hiç gitmedim o işyerine. Şimdi bana soruyorsun ya, ‘Ne hayal ediyorsun’ diye. Kendi ülkemde, evimde, yarım kalan eğitimini bitirmiş bir öğretmen olarak uyuyup sabah okula gitmek için uyanmayı hayal ediyorum.”

‘Bir yaratıkmışım gibi’
Tarlabaşı’nın bir çıkmazında oturan Nazlı’yla buluşmaya gittiğimde, kapının önünde annesi ve kız kardeşi Feride karşılıyor beni. Odayı gösteren camdan 17 yaşındaki Nazlı’nın ikindi namazını kıldığını görüp bekliyoruz. İçerdeki rutubet Nazlı’dan daha önce selamlıyor bizi, nemli halılara bağdaş kurup konuşuyoruz, Feride öksürük kriziyle ıslanan gözlerini sildikten sonra.
“Çöplerin içine girip bir şeyler aramak, dilenmek kadar kötü kokmuyor. İnsanların masalarına gidip dilendiğimde, onların duyduğu rahatsızlıktan daha fazlasını hissediyorum. Bakışlar kendimi insan değil korkunç bir yaratıkmışım gibi hissettiriyor. Bunu bazen o kadar yoğun hissediyorum ki dayanamayıp eve gidip ağlıyorum. Sonra yine dönmek zorunda kalıyorum. Çünkü bu bodrum katındaki tek odalı ev, kendimizi güvende hissettiğimiz tek yer.”
Aylık kiraları olan 400 TL’yi ödeyebilmek için o, ablası, erkek kardeşleri gece 23.00’den 3.00’a kadar sokaklarda, restoran ve kafelerin çöplerinde, kâğıt, şişe, karton topluyorlar. Bunları da herkesten daha ucuza 20 liraya satabiliyorlar.
Öksürük krizinin başlamasıyla mutfağa dönüştürdükleri kısma geçen Feride’nin ardından, 17 yaşındaki Nazlı da; “Bu mecbur olmanın ötesinde bir şey. Pazar günleri mahalle pazarına gidip artıkların içindeki bozuk sebze ve meyveleri alıp eve getirmek, bana el uzatıp aldığım 1 liradan daha ağır gelmiyor. Çünkü bazen masalarına dilenmek için gittiğimiz alkollü erkeklerin bize bakıp güldükleri, hatta anlamadığımız bir şeyler söyleyip kahkaha attıkları bile oluyor” diyor.
Kızlarının her konuşmasında gözyaşlarını saklamak için kafasını çevirip eliyle yüzünü silen 42 yaşındaki anneleri Adile, “İnciniyorum’ diyor. ‘Çocuklarımın ölümden kurtulup yaşamak için verdikleri bu mücadele karşısında inciniyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Gittim bir hanın inşaatında kaba temizlik yaptım. İki hafta çalıştım, boyun ağrısından hastaneye gittim. Boyun fıtığı çıktı. Çalıştığım hana gidip bunu söylediğimde elime 50 lira sıkıştırıp, ‘işi de yarım bıraktın ama neyse’ deyip beni gönderdiler. Kobanê’de savaş çıkmadan önce üç evimiz vardı. Yine de şükrediyorum; ölümden kurtulduk, yan yanayız bu tek odalı bodrum katında.”

‘Bir saatliğine 200 lira..’
Tarlabaşı’nın yıkık binalarını ve o binalarda yaşanan acımasız hayatları örten, mutlu ailelerin resmedildiği bir afişin önünde buluştuk S’yle. Kir ve leke izleriyle dolu büyük bir çarşafla iki odaya böldükleri, tuvalet ve mutfağın iç içe olduğu karanlık bir yerde yaşıyorlardı. Konuşurken kelimeler boğazında düğümleniyordu. “Eşim, amcam, eniştem olan kuzenim IŞİD’in saldırısında öldü. Yasımızı tutamadan apar topar Türkiye sınırına kaçtık, Suruç’taki kampa geçtik. Bir yıla yakın kaldığımız kamp tam kâbustu. Her gün çadır sayısı arttı, temel ihtiyaçlar karşılanamıyordu. Onlarca insan için yalnızca iki tuvalet vardı, banyo sırası bazen haftaları buluyordu.”
“Engelli 14 yaşındaki kızımı dişetleri ve el tırnakları morarmaya başlayınca Urfa’daki hastanelere götürdüm. Hastanelerin durumu kamptan da kötüydü. Kızımın durumu ağırlaşınca, daha önce kamptan eşiyle ayrılıp İstanbul’a yerleşen ağabeyimle konuştuk. Kampta gönüllü bir çalışanın bize aldığı biletlerle İstanbul’a geldik. Ağabeyim bir inşaatta çalışıyordu. Iraklı bir başka işçi sakatlanınca, patronları çalıştırdığı kaç yabancı varsa, maaşlarının yarısını verip işten çıkardı. Biz de yengemle Taksim çevresinde su satıyoruz. Zabıtalardan kaçtığımız yetmiyor, haraç isteyen çetelere, erkeklerin iğrenç tekliflerine de maruz kalıyoruz.”
“Su satmaya başladığım ilk günlerde bir adam geldi, sulardan bir tane alıp 5 lira verdi. Türkçe, ne olduğunu bilmediğim bir şeyler söyledi, cebindeki paraları gösterip başıyla işaretler yaptı. O zaman anladım. Önümdeki suları alıp hemen uzaklaştım ama adam etrafımda dolanıp durdu. Daha sonra başka adamlar da benzerini yaptı. Bir gün su satmak için Gezi Parkı’nda oturuyordum. Bir adam karşıma oturdu, Kürtçe, ‘Bir saatliğine 200 lira veririm ha, ne dersin, otele gidelim mi?’ dedi. O an çocuklarımın yanında utancımdan ölmek istedim.”
S’yle görüşmemizden bir ay sonra kiralarını ödeyemedikleri için ev sahipleri tarafından eşyalarıyla sokağa atıldılar. Eşyalarını bırakıp Cinsel Şiddete Karşı Kadın Derneği’nin satın aldığı biletlerle Urfa’daki kampa gitmek üzere yola çıktılar sonra.

‘Ne yaptık bilmiyorum’
28 yaşındaki Y’yle gece yarısı Taksim’de tanışıp ertesi gün Tarlabaşı’ndaki evinde buluşmak üzere sözleştik. Yıkılmaya yüz tutmuş beş katlı binanın son katında 14 nüfuslu dört ailenin ikâmet ettiği üç salonda gözlerim, yerdeki 3-4 yaşlarında bebeğin yüzündeki sineklere takıldı. Camın önündeki eski çekyatta elinde tespihiyle oturan Y’nin 56 yaşındaki mor tülbentli annesi Kehriman Hanım’a Arapça selam verdim. Elindeki tespih taşlarını parmakları arasında dolaştırarak yüzüme bakmadan, “Ne yaptık bilmiyorum Yarabbim, bilmiyorum” diye Arapça ağıtlar yakıyordu. Evdeki herkes üç plastik tepsiye doldurdukları bulgur pilavının ve sapsız büyük bir tavaya doğranmış domateslerin olduğu yer sofrasına oturdu. Yemekten sonra küçük çocuklar da dahil herkes kimi dilenmeye, kimi çöplerde karton, kâğıt toplamaya, kimi de peçete satmaya, evden çıktı.
Rutubetin duvarlara çizdiği ürkütücü görüntülere bakarken, Kehriman Hanım kırgın bir sesle başındaki bitleri gösterip “Kampta bulaştı bu illet. Çocukların saçlarını kestim ama kafaları hâlâ bit yuvası. İki yıldır Türkiye’deyiz. Kocam, birçok yakınım, bombaların vurduğu evimizin altında kaldı. Canını kurtaran herkes gibi biz de kaçıp Hatay sınır kapısından geçtik. Kamptaki altı ay, sanki geldiğimiz ilk gün gibiydi. Ölüm haberleri, ağıtlar, yükselen çığlıklar, savaşı aratmıyordu.”

Çünkü çocuğum açtı
Yanlatıyordu: “İki kaynım, babam ve annemle kamp dışında hayat kurma ümidiyle geldiğimiz İstanbul’da, birkaç gün kamptan tanıdığımız bir Suriyeli ailenin yanında kaldık. Sonra Aksaray’da, aylığı 300 lira olan bir yer tuttuk; daha önce bir kundura atölyesiymiş. Sonra her iki kaynım bizi yüzüstü bırakıp kaçak Avrupa yoluna düştü. Ev sahibi kirayı ödeyemediğimiz için bizi evden attı. Biz de Kumkapı’daki boşalan bir barakaya geçtik.”
“Babam iş ararken, ben de dilenmeye başladım. Ne yapayım? Bazen 5 kuruşsuz, bazen de 5 lirayla dönüyordum. Bakkala gidip az Türkçemle veresiye bir şeyler almak zorunda kalıyordum. Adam, ‘Başka şeylere de ihtiyacın varsa al, sonra ödersin’ diyerek sürekli benimle konuşmak için bekletiyordu. Hem rahatsız oluyordum hem de korkuyordum. Gittiğimde ellerimi tutup bırakmıyordu. Oturduğu kasanın sandalyesinden kalkıp yanıma geliyordu, elini omzuma koyuyordu ya da elini cinsel organının üzerine koyarak benimle konuşuyordu. Az Türkçemle sürekli teşekkür edip parasını ödeyeceğime yemin ediyordum. Çünkü babamın iş bulacağını umuyordum. Babam inşaata çalışmaya gitti ama yaşlı olduğunu söyleyip geri gönderdiler hep. Karanlığın çökmesiyle ayaklarım beni o bakkala sürüklüyordu. O adam bana o “şeyi” yapması karşılığında kollarımın arasına üç somun ekmek, bir kutu şeker, bir makarna sıkıştırdı. Atmak istedim ama çocuklarım açtı. Bu iğrenç olay birkaç kez tekrar etti ne yazık ki...”  

Nurcan Keskin



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları