. S. Mill, “Gerçek ahlaki duygunun biricik okulu, eşitlerden oluşan bir toplumdur” der. Bu saptama, liberal teorinin en önemli vaadini oluşturur. Ancak liberal teori; dayandığı temeller, kuramsallaştırdığı toplumsal, siyasal, sosyoekonomik yapı itibariyle, böyle bir amacı gerçekten hedeflemez. Siyasal hakları kişinin sahip olduğu “doğaya/doğal farklılığa” gönderme yapmadan, soyut bir eşitlik anlayışıyla kurgular. Bütün bireylerin toplumda aynı derecede ‘eşit’ olduğunu söyler. Buradaki eşitlik, T.H Marshall’ın “yurttaşlık, bir topluluğun tam üyeliğinin doğurduğu bir statüdür. Bu statüye sahip olanlar, statüye ilişkin hak ve ödevler bakımından eşittirler” şeklindeki tanımında ifade bulur. Ancak liberal teori bu söyleme karşın, kamusal ve özel alan ayırımını kadın ile erkeğin “doğal farklılığına” dayandırır.
“Doğal farklılığa göre, toplumda bireylerin bazıları diğerine göre daha eşittir” şeklinde cinsiyet ayırımına dayalı “eşitsizlikçi bir karakter” taşır. Ama, “soyut bir eşitlik” söylemiyle de, somut toplumsal, ekonomik ve cinsel eşitsizliklerin üzerinin örtülmesine hizmet eden “ahlaki bir örtü/ bir perde” oluşturur. Feminist kuram, bu perdeyi kısmen aralamış, teorinin ‘sınıfsal eleştirisini yapmaksızın’, cinsiyet unsuru yönünden sorgulanmasını yapmaya girişmiştir. İnsan hakları, birey, hak, özgürlük, demokrasi gibi yurttaşlık kavramının da, cinsiyetten arınmış olmadığını ortaya koymuş ve kadın hakları mücadelesine belirli bir yön vermiştir.
AKP VE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİT(SİZ)LİĞİ
AKP, siyaset ile dinin iç içe geçtiği yönetim pratiğinde, kendi ideolojik, hegemonik düşünsel temelini oluşturan siyasal İslamcı anlayışı, tüm iletişim araçlarını, kültür ve davranış biçimlerini aktarma yöntemlerini, algısal ve düşünsel söylem biçimlerini kullanarak yaydı.
Muhafazakâr, otoriter, cinsiyetçi ve eril nitelikli bu anlayışı kurumsallaştıracak politikalar uyguladı. Kadın ve erkeğin onur ve haklar bakımından eşit olduğu ve yaşamın tüm alanlarında eşit muamele görmesi gerektiğini savunan “cinsiyetlerarası eşitlik referansını” kabul etmediğini, her ortamda dile getirdi. Bu koşullar, toplumumuzda cinsiyet eşitliği ve kadının kimliği kurgusuna ilişkin tartışmaların, kadın bedeni ile onun kamusal sunumu çerçevesinde yoğunlaşmasına, hatta hapsedilmesine yol açtı.
Dayatılan bu kurgu çerçevesinde kadın; biyolojik farklılığı temelinde, belirli bir din ve inanç anlayışının temellendirdiği günah kavramını içerecek şekilde bedene ilişkin bir imgeye dönüştürülüyor. Böylece, toplumda kadından bahsetmek artık kaçınılmaz biçimde hemen onun bedenini anımsatır hale geliyor. Böyle bir algılama; bu bedene bakanın zihninde çıplaklığın doğmasına, çıplaklığın çağrıştırdığı tüm öğe ve olgulardan dolayı kadının suçlanmasına yol açıyor. Ve nihayetinde kadının geleneksel, kültürel, dinsel önyargılarla (namus kavramı vb.) her türlü şiddete maruz kalmasına ve bu eylemlerin, bu tür önyargılarla toplumun geniş kesimleri tarafından meşru kabul edilmesine neden oluyor! Böyle bir dönüştürme kadın öldürümlerini arttırıyor ve meşru görülmesine zemin yaratıyor. (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre; 2024’te en az 394, 2025’in ilk iki ayında Ocak’ta 49 kadın öldürüldü!)
Bu toplumsal cinsiyet kurgusunun diğer bir sonucu, kadının insan olarak kendisiyle, bedeniyle olan ilişkisi ve bunun toplumsal görünümleri, yalnızca “annelik rolü” üzerinden oluşturulmasıdır. Kadınların kamusal ve özel alandaki varlık biçimleri, kariyer ve hak kategorileri bu rol üzerinden ve aile temel alınarak, biçimlendiriliyor. Bu anlamda alternatif (kamusal) alanlar yaratılıyor. Kadına ait görünürlük bu alanlara, kişisel ve bedensel pratikleri de kapsayan çeşitli dinsel davranış biçimleriyle taşınıyor. Böylelikle din, kadın bedeni ve onun pratikleri üzerinden toplumsal bir tasavvur olarak dolaşıma giriyor, beden ve mekan aracılığıyla görünürlük kazanıyor.
ARAÇSALLAŞAN HUKUK
Türkiye’de hukuk, bu cinsiyet kurgusunun hakim kılınmaya çalışıldığı koşullar içerisinde, iktidarın ayırt edici biçimi olarak, kadına yönelik şiddet konusunda marjinal bir konuma düşmüş ve kadın bedeninin, kadın davranışlarının kontrolünü sağlama, disipline etme amacının gölgesinde kalmış bulunuyor. Hukuk kuralları ve hukuki söylem genel olarak, oluşturulan ve dayatılan bu toplumsal cinsiyet kurgusuna ve cinsiyetler arasındaki doğal farklılıklara başvuruyor. Normatif olarak, kadın bedenine atfedilen anlamlardan çıkarımlar yapılıyor, bu çıkarımlardan kurallar oluşturma yoluna gidiliyor. Bu şekilde oluşan hukuk, genel olarak, erkek egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve aktarılmasını sağlıyor. Hatta giderek M. Faucoult’nun iktidarın birey, beden, nüfus ve yaşamı kontrol altına alınmasını sağlayan güç ilişkilerindeki kontrol etme teknikleri olarak tanımladığı “biyoiktidar” mekanizmalardan birini oluşturmaktan öteye geçmiyor!
Bu anlayış ile; bugüne kadar kadınların, özellikle Medeni Kanun kapsamındaki hak ve kazanımları (evlilik yaşı, tek eşlilik, resmi nikâh, boşanma, velayet, nafaka, mal rejimi, soyadını kullanma) geri alınmaya, aşındırılmaya çalışılıyor. Örneğin nafakanın süreli hale getirilmesi, aile hukukuna ilişkin davalarda arabuluculuğa gidilmesi, özellikle kız çocuklarının eğitimin dışına itilmesi ve erken evliliklerin, çocuk doğurmanın özendirilmesi çabaları yoğunlaşıyor. 25 Aralık 2024 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde “doğurganlık hızının nüfusun yenilenme seviyesinin üzerinde tutulması ve aile kurumunun güçlendirilmesi suretiyle sağlıklı ve dinamik nüfus yapısının korunması için politikalar oluşturulması amacıyla”, Nüfus Politikaları Kurulu’nun kurulması bunun en somut adımını oluşturuyor.
Kadınların, kamusal ve özel bireysel özerkliği, annelik konumu ile sınırlandırılmak isteniyor. Bu uygulamaların, “üç çocuk yapma” dayatmalarıyla, kadının bedeni ve yaşamı üzerinde karar verme iradesinin, üreme ve sağlık hizmetlerine erişim, eğitim, istihdam olanaklarının ellinden alınmasına yol açacağı kuşkusuzdur. Diğer yandan, bu hakları düzenleyen laik hukukun bütünlüğünü ortadan kaldıran düzenleme ve uygulamalar yaygın hale getiriliyor. Anılan kararname ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde “aile yapısının ve değerlerinin korunması ve güçlendirilmesi” amacıyla kurulan Aile Enstitüsü Genel Müdürlüğü’nün danışma kurulunda, belirleyici özne olarak Diyanet İşleri Başkanlığına yer veriliyor. Ailenin Korunması 2024-2028 Vizyon Belgesi ve Eylem Planında belirli bir din anlayışı ve uygulamaları temel alınıyor.
Ceza hukuku alanında, şiddet mağduru hakkında koruma kararı verilmesi için delil zorunluluğu getirilmesi, sürenin kısaltılması talepleri gündeme alınıyor. Gündemdeki bir teklif ile TCK’de yer alan “hayasızca hareketler başlıklı 225. maddeye; “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete aykırı tutum ve davranışta bulunmaya teşvik ve özendirme” ile “aynı cinsten kişilerin nişan ve evlenme töreni yapma” şeklinde tanımlanan suç türleri eklenmesi amaçlanıyor.
Toplumsal yaşamın her alanında, kadın için var olan eşitsizliğin ve bu eşitsizliğin doğurduğu şiddetin koşullarını dinsel temeller üzerinde yeniden inşa ederek ağırlaştıran böylesi düzenlemeler, kadın erkek eşitsizliği ve bu eşitsizliğin yarattığı şiddeti, giderek derinleştiriyor.
EŞİTSİZLİĞİN EKONOMİPOLİTİĞİ
Kapitalizm, tüm dünyada, ucuz emek ilişkisini yeni biçimler ile üretim süreçlerinde çoğaltıyor, sürekli ve yaygın hale getirme olanakları dayatıyor. Sürekli hale gelen ekonomik krizler, savaş ve afetler, doğanın talan edilmesi, derinleşen eşitsizlikler, işsizlik ve yoksulluk, esnek ve güvencesiz çalışma koşulları özellikle kadınları, çok daha ağır yaşamsal sorunlar ve şiddet koşulları ile karşı karşıya bırakıyor. Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu tarafından ülkedeki kadınların; istihdam olanaklarına erişim ve istihdam süreçlerinde yer alma, bütçeden pay alma, gelir artış payına erişim, sosyal ve ekonomik haklardan yararlanma, erkek kadın ücretlerinde eşitlik, sosyal, ekonomik, kültürel yaşama katılmada fırsat eşitliği, eğitim olanaklarının, sağlık koşullarının ve siyasi katılımının güçlendirilmesi gibi kriterlere göre belirlenen sıralamanın yer aldığı, “Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu 2024” verilerine göre, 146 ülke arasında (126. sırada olan Suudi Arabistan’dan da sonra) 127. sırada ve Avrupa’nın sonuncusu konumunda bulunuyor.
FARKLI BİR TOPLUMSAL YAPI ÖRGÜTLEMEK
Yeşim Arat’ın saptadığı gibi bu koşullarda bizlere düşen görev, “kadınları; dini bütün hayatlar sürmeye teşvik etmeden önce, kendi yaşamlarına dair asli tercihlere sahip olmalarını sağlayacak koşulların oluşturulmasının mücadelesini vermektir. Bunun için de dini kurallardan ziyade laik, eşitlikçi yasaların anayasal güvence altına alındığı bir siyasi bağlam oluşturma gereği ve zorunluluğu bulunmaktadır”.
Böylesine kapsamlı yapısal ve düşünsel bir toplumsal dönüşüm ile ancak var olan toplumsal cinsiyet kurgusu değişebilir. Kadın bedeni ile onun kamusal sunumu, eşitlik temelinde yeniden yapılandırılabilir. Kadınların kendi vücutları üzerinde bağımsız karar verme hakkının temel bir hak olduğu anlayışı kurumsallaşabilir. Kadınlar için; onları kişisel gelişim olanaklarından vazgeçmeye, belirli bir yaşam biçimini seçmeye zorlamadan, toplumsal kararlara katılmalarını olanaklı kılan pozitif eşitleme politikası hayata geçirilebilir. Cumhuriyet devrimlerinin kazanımları korunabilir, İstanbul Sözleşmesi yeniden yürürlük kazanabilir, erkek ve kadın eşitliğinin fiili olarak tüm toplumsal alanda sağlanması devletin tüm politikalarının temel amacı haline getirilebilir.
Kadınlar, bir hak öznesi varlıklarını, aynı zamanda tarihsel özne olma durumlarını koruyarak, bu sağlayacak laik, eşitliğe dayalı, demokratik, adil ve özgür bir toplumsal düzen ve yaşam istemiyle, eylemlilikte daima var olacaklar. 1857’den bugüne kadar olduğu gibi. Yalnızca 8 Mart’larda değil, her zaman ve yaşamın her alanında!