Sıkça gündeme gelen askeri hastanelerin yeniden açılması yönündeki tartışmalar, yalnızca yönetsel bir düzenleme sorunu değil, görünüşte ani ama belki de “bile bile” yapılmış bir yanlıştan dönmenin ve silinmeye yeltenilmiş Cumhuriyetin sağlık belleği ile kurulan ilişkinin de bir göstergesidir.
Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan çizgide askeri hekimlik, ülkemizde modern tıbbın en önemli öncülerinden biri olmuştur. Tıphane-i Amire’den Gülhane’ye uzanan bu gelenek, yalnızca harp cerrahisi ile sınırlı kalmamış, salgın hastalıklarla mücadele, koruyucu hekimlik, tıp eğitimi ve bilimsel araştırma alanlarında da ilerici bir rol üstlenmiştir. Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde sağlık hizmetlerinin merkezi, disiplinli ve planlı biçimde örgütlenmesinde askeri sağlık kurumları örnek olmuştur.
KAMUSAL SAĞLIKTAN SOYUTLANDI
Türkiye’nin jeopolitik konumu ve güvenlik sorunları göz önüne alındığında, askeri hekimliğin yalnızca silahlı kuvvetlerin değil, tüm toplumun sağlık kapasitesini güçlendiren bir kurum olduğu ortaya çıkmaktadır. Sınır bölgelerinde, olağanüstü koşullarda, sık sık yaşadığımız deprem benzeri afetlerde hızla organize olabilen, deneyimli askeri sağlık sistemi, çağdaş devletin esas sorumluluklarından biri olarak değerlendirilmelidir. Bu kurumlar aynı zamanda görevli personelinin ve ailelerinin kendilerini güvende hissetmeleri açısından da önem taşımaktadır.
27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasında askeri tıp kurumlarının güçlenmesi, sağlık sistemindeki öncü rolünün ve modern tıp ile yakınlığının artması söz konusudur. Bu dönemde askeri hekimlerin toplumdaki imajı ve özlük hakları da düzelmiş, askeri sağlık sistemi daha özerk bir duruma gelmiştir. Ancak bu çizgi 12 Mart 1971 ve özellikle 12 Eylül 1980 darbeleriyle belirgin bir biçimde değişmiştir. Bu dönemlerde askeri hekimlik, bilimsel ve kamu niteliğinden çok, siyasetten arındırılması amaçlanan, hiyerarşik ve otoriter kurumsal bir çerçeveye çekilmiştir. Askeri sağlık kurumları toplumdan bilinçli olarak soyutlanmış, kamusal sağlık politikalarıyla kurdukları temas zayıflatılmıştır.
12 Eylül darbesinin simge söylemlerinden biri olan, Kenan Evren’in “Önce asker, sonra doktorsunuz” sözü, askeri hekimliğin mesleki ve etik konumunu yeniden tanımlamıştır. Bu yaklaşım, tıbbın evrensel ilkelerini askeri disiplinin gerisine itmiş, askeri hekimi öncelikle emir-komuta zincirinin bir nesnesi durumuna getirmiştir. Darbe sonrası tüm toplum bir cendereye alınmışken, askeri hekimlerin de siyasetten yalıtılmış, -sözde- rafine bir ortamda ve özlük hakları meslektaşlarına göre daha kısıtlı ve süresi uzatılmış zorunlu hizmetle bunaltılmış olarak girdiği bu dönemin sonunda, bir başka darbe girişimi sonrası kurumun siyasete bulaşmaktan ötürü bir şekilde tasfiye edilmesi ise herhalde kaderin garip bir cilvesi olmuştur.
FATURA ASKERİ HASTANELERE KESİLDİ
Askeri hastanelerin 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra 31 Temmuz 2016’da kapatılarak Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi bu tarihsel sürecin en sert kırılma noktasıdır. Bu karar teknik bir yeniden yapılanma ve güvenlik gereği olarak sunulmuştur. Oysa askeri tababetin, siyasal iktidarın sıkça vurguladığı “askeri vesayet” söyleminin en yumuşak karnı olarak seçildiği görülmektedir. Geçmiş darbelerle ve siyasi çekişmelerle doğrudan özdeş olmayan bu yapı uzun tarihi birikimine karşın siyasi hesaplaşmaların bir nevi bedelini ödeyen bir kurum haline gelmiştir.
Bugün Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin (GATA) kuruluşunun 127. yılında askeri hastanelerin yeniden açılması tartışılırken ülkemizin sağlık alanındaki kurumsal bir belleğin, köklü bir geleneğin siyasi rövanşların dışında tutulması gereği karşımızda durmaktadır. Askeri hastaneler, polemikle ve ötekileştirerek değil, tarihsel geçmişe ve geleneğe saygıyla, ülkemizin kendine özgü koşulları konusunda bilinç ve Cumhuriyetin sağlık politikalarının sürekliliğine özen gösteren bir olgunluk içinde değerlendirilmelidir.
Emekli GATA Öğretim Üyesi Dr. Süleyman Kalman