Ya cemaat başa, ya cumhur leşe!

01 Nisan 2018 Pazar

Cümbür cemaat” sözü, “cumhur cemaat”in bozulmuş halidir. Zaten uyduruk “cümbür” sözcüğü de, “cümbüş” ile “cumhur”un Türk halkına pek yakışan arabesk kaynaşmasından ibarettir.
Yıllardır kurmaya çalıştıkları İkinci Cumhuriyet, buymuş demek: Cümbüşle cumhurun kesiştiği “cümbür” noktasından, “cemaat cumhuriyeti”ne varıldı.
Birinci Cumhuriyet ile İkinci Cumhuriyet’in kurucuları arasındaki fark, heyhat! Yalnız zekâ, zarafet, bilgi, birikim, vizyon ve uygarlıkta değil, aynı zamanda fasıl heyetlerindeymiş meğer.
Böyle bir cemaat cumhuriyetinin fasıl heyetine de elbette çümbüşle eşlik edilir!
Ama kanunla değil.
Oysa Atatürk’ü gerek kendi heyetinden, gerekse İkinci Cumhuriyetin müteahhit ve taşeron kadrosundan, ölçülemeyecek kadar üstün kılan en baş özellik, Türkiye Cumhuriyeti’ni “kanun” üzerine kurabilmiş olmasıdır.
Mustafa Kemal, olağanüstü halin ta kendisi Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli, en belirsiz, tehlikenin en büyük olduğu, kazanmakla kaybetmenin arasındaki o ince çizgide, cephe ile Meclis arasında mekik dokuyor, savaşta atılan her adımı bile, TBMM’nin çıkardığı kanunlarla “hukuksal zemine” dayandırıyordu.

***

13 Temmuz 1921’de Yunan orduları Ankara’nın 80 km. yakınına kadar ilerlemiş ve Meclis’te başkentin daha doğuya taşınması tartışılırken, Sakarya Savaşı’nı başlatan ve zaferle sonuçlandıran komutan, TBMM Başkanı Mustafa Kemal’di!
Kurucu Meclis, bir ulusun var ya da yok oluşunu belirleyecek bir kurtuluş savaşının yasama kurumu, savaşın sürdüğü üç yıl boyunca ara vermeden çalışan ve henüz var olup olmayacağı belirsiz yeni Türkiye’yi “hukuk devleti” yapacak, onlarca yasa çıkaran meclistir.
Öyle bir yapılanmadır ki bu, cumhuriyetin her tuğlası, önceden hazırlanan yasal zemine oturtuluyor, harcı hukukla karılıyordu. Her yasa tek tek, hem de şiddetle tartışılıyor, ayrı ayrı oylanıyordu.
O insanlar, bir devlet kurduklarının farkındaydılar. İster Mustafa Kemal yandaşı olsunlar ister muhalif, baş sallayıp maaş almak için orada değillerdi. Savundukları ilkeleri ve inançları, cephede savaşan evlatlara saygıları vardı. Meclis’te biri konuşurken oynayacakları cep telefonları, Candy Crush yoktu; ama ahlak vardı, onur vardı. O milletvekillerinin hiçbiri aman tüm yasaları bir torbaya dolduralım, bir kerede oylayalım bitsin, gidip çay içelim, hasbıhal edelim diye düşünmedi. Böyle bir davranış, akıllarına bile gelmezdi.
Bir de bugüne bakınız. Gecekonduculuktan gelen devletliler; dağları tepeleri işgal, ormanları talan ettikleri, denizleri, gölleri, nehirleri kirlettikleri gibi, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği tuğlaları tek tek söküyor, yerine kendilerine benzeyen, çünkü içinde yetiştikleri, gecekonducu, oldubittici etik ve ucube estetiği koyuyorlar.

***

İktidar milletvekilleri torbalara doldurulan çorba yasaları, içinde ne olduğunu bile bilmeden, parti emriyle oyluyor; Meclis’teki işi beyhude itiraz çığırtkanlığı yapmaktan ibaret “Twitter muhalifi” vekillerle birlikte maaşlarını alıp keyiflerine bakıyorlar.
Oysa devlet ve adalet, her şeyden önce kurumlara saygıyla ayakta duran soyut güçlerdir. Bu soyutluğa saygıyı kaldırırsanız ortadan, geriye kaba gücü elinde tutanın somut yaptırımları kalır ki, hukuk tabanından yoksun bu yaptırımlara anarşi denir. Anarşinin de bir ülkeye ne getireceği bellidir: Ya dikta, ya da çöküş.
Bugün hukuku temsil eden yargıya, cüppesinin iliksiz olduğunu unutan yargıcın kızını, partizanın kızanını ve daha nice yandaş yakınını hâkim, savcı atayanlar, sadece liyakati yok etmediler. Toplumda hem adalete saygıyı, hem de devlete güveni ortadan kaldırdılar.
Türkiye’yi “ya cemaat başa, ya cumhur leşe” düsturuyla yönetenler, bundan böyle ancak korkutarak, ancak zor ve zorbalıkla ayakta kalabilir. Nitekim öyle yapıyorlar.
Ama korku ve zorbalığın bekası yoktur!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kızgın Boğa 21 Nisan 2024
Kıyamete hazırlık 14 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları