Yalnız ve güzel ada Mikronezya’nın uyuşuk ahalisi, her şeye alıştığı gibi savaşsız gerçekleşen Çin işgaline de alışmış, minnak adayı nüfusu kadar işgalciyle paylaşmayı da kabullenmişti.
Ama sivillerin kanıksadığı işgal, tek kurşun atmadan bozguna uğrayan Mikron ordusu için kapanmayacak bir hicran yarasıydı.
Ordu derken aslında artık yoktu. İşgalci Çin, Ulu Çoban’a “Dağıt lan şunları” demiş; Tanrı Ol’un yeryüzündeki biricik vekili, noteri ve dahi gayrımeşru oğlu Muktedir Makropiç de “Emrin olur ağam” biçiminde ikiye katlanıp orduyu dağıtmıştı.
Uyuşuk Mikronlar, “Demek Ol’dan büyük Kol varmış” diye düşünmeden edemiyor fakat kolları kaldırmaya da üşeniyorlardı.
Askercikler buruk da olsa köylerine, evlerine sağ dönmekten mutluydular. Ama afrı tafrı elinden alınan, apoletleri sökülen, silahı ve daha da önemlisi emredecek eri neyi kalmayan subaylar ise derin depresyonda...
En dip depresyona, tabiidir ki Ulu Çoban’ın başkomutan üniformasını diktiği için ordu komutanı atadığı eks terzi ve artık eks general, Takşak Dikerim girmişti.
Adamcağız sökülen apoletlerinin yasını tutamadan her gün üzüntüden ölen bir eski subayın cenazesine katılmak zorundaydı. Sivil yaşamı adeta mezarlıkta geçiyordu. Hele terziyken yamağı, komutanken sadık yaveri Pafta Prova’nın ani ölümü, onu darmadağın etmişti.
Eks komutan Takşak Dikerim, kalbi duruveren gencecik Pafta’nın cenazesine katıldığının ertesi günü, Yol dini prospektüsünden birkaç Makara okumak üzere mezarına gitti.
Bir de ne görsün?
Yaver Prova’nın güzel karısı Nakaşa, mezarın üstüne sarkıttığı kalçalarını bir o yana sallıyor, bir bu yana!
Takşak Dikerim, elbette şaşırmış, epeyce de öfkelenmişti. “Yoldaş Nakaşa, ne yapıyorsun?” diye haykırdı.
Taze dul, gözlerinden yaşlar akarak hıçkırdı:
“Ne bileyim, Yoldaş... Pafta’m bana hep Nakaşa, sendeki kalçalar ölüyü diriltir derdi de şansımı deniyorum!”