Ali Kazma, Lizbon’da açılan “Lizbon-İstanbul. Sınırda İki Portre” adlı sergisinde Avrupa’nın iki ayrı ucundaki iki şehrin gündelik yaşantısından çektiği doku örneklerini birbirine bağlıyor ve bu hareketlilikten bambaşka bir canlı organizma yaratıyor. Kadıköy’den Büyükada’ya doğru ilerleyen bir vapurdan bakınca gördüklerimiz, Fluvial Sul e Sueste limanından kalkıp Tagus Nehri’nde giden vapurdan gördüklerimizle eşleşiyor. Aynı hızda ters yönlere doğru ilerleyen görüntülerde suyun dokusundaki tutarlı özelliği anlıyoruz; su, dünyanın hiçbir yerinde su olmaktan vazgeçmiyor ve Ali Kazma bir tür hareketliliğin içerisinde bu sıradanlığı sabitliyor. İki şehrin portresi tuvalde bir resim gibi yavaş yavaş belirirken daha yakın ölçekte iki yazarın yaşamına dahil oluyoruz.
Alberto Manguel ve Orhan Pamuk’un sahnelerinde iki yazarın gündelik yaşamlarından sızan sözcükler ve hâller, nehrin ve denizin sularına karışır. Portre, kelime anlamıyla bir “ifade”yi temsil ediyorsa, bu ifade bizim için mutfakta keyifle yemek yapan ya da sessizce defterine eğilmiş yazı yazan bir yazarda tanık olduğumuz saf hazza dair bir izlenimdir. Ali Kazma izleyiciyi kendi gözlemine doğrudan davet eder; sıradan anlar ve objeler, Borges’in deyişiyle, geçmişle geleceği kuşatan ve kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılan bir labirentte karşılaştığımız işaretlerdir.
Ali Kazma ile sergiye ve üretim sürecine dair güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Lizbon-İstanbul. Sınırda İki Portre sergisi Lizbon’daki çağdaş sanat galerisi Francisco Fino Galeri’de 3 Mayıs 2025 tarihine kadar görülebilir.
Lizbon ve İstanbul’u bir arada görme fikri nasıl ortaya çıktı? Çekimlerinizde zaman, mekân ve kişilerle ilgili karar alma süreciniz sezgisel mi ilerliyor yoksa önceden planlanan bir izleğe sadık kalıyor musunuz?
Ali Kazma: Tagus Nehri ve İstanbul Boğazı ile ilgili olan “su” işleriyle, Alberto ve Orhan Pamuk’un işleri esas olarak birbirinden farklı.
Suyla ilgili olan işte İstanbul ve Lizbon’u bir arada düşünürken ikisinin de liman şehri olmaları ve liman ticaretinin tarihsel gelişimlerinde büyük rol oynamasından yola çıktım. Yapmam gerekenin çok açık olduğu ve ne yapacağımı çok net bilerek başladığım bir işti. İstanbul ve Lizbon’da birçok kez yaptığım vapur yolculuklarında her şey başından sonuna dek planlıydı.
Alberto ve Orhan Pamuk’la ilgili olan işlerde ise bu planlamadan söz edemeyiz. Karşılaşacağınız sürprizlere hazırlıklı olmanız gereken, anlık kararlarla ilerleyen, planların mesafesi, ışığın açısı ya da bunların o anki önemi ya da önemsizliği, ‘elimde olanların dışında başka ne çekebilirim’ gibi sorulara devamlı cevap aradığım, çok daha aktif bir çekim içerisindeydim. Orhan Pamuk’un çekimleri başlangıcıyla sonu arasında iki buçuk yıl olan uzun bir çekim süreciydi. Bu iki buçuk yıl içinde iki yüz saatin üzerinde görsel malzeme, yetmiş güne yakın çekim günümüz var.
Alberto Manguel çekimlerini Lizbon’a yaptığım dört beş seyahat içinde daha kısıtlı bir sürede tamamladım. Bu yüzden Alberto’nun sahneleri daha hedef atış olan ve planlı çekimler. Alberto Manguel’i mutfakta görürüz çünkü yazı kadar yemek de Alberto’nun çok önem verdiği, iyi bildiği ve üzerine kitap yazdığı bir alan.
Bu yüzden bir ziyaretimde Alberto’dan yapmayı sevdiği yemeklerden birini yapmasını rica ettim ve onu çektim. İki yazarın da gerçek hayatlarında yazı ve materyalle kurduğu ilişki çok ilgimi çekiyor.
Esas olarak ikisinin de hayatlarını gözlemleyerek önemli olduğunu düşündüğüm, o hayatla ilgili bir şey söylememe yardımcı olacak görüntüleri topladım.
KÜÇÜK ZAFERLER VE KÜÇÜK KAYIPLARLA BÜYÜK YAPITLAR OLUŞUYOR
Doğal bir akış içinde tanık olduğumuz birçok sıradan, gündelik an mevcut.
Çalıştığım kişilerin -bu bir cam üfleyicisi, otomobil yarışçısı ya da bir yazar olabilir- yaptıkları işi hiçbir zaman kahramanlaştırmak ya da buna mitolojik bir değer katmak için yapmıyorum. Bu benim ilgilendiğim bir konu değil. Yaratım sürecinin küçük anların bir toplamı olduğunu biliyorum. Orhan Pamuk bütün gün masa başında oturan ve birden aklına gelen muhteşem bir fikirle ya da yaşadığı bir aydınlanmayla yazmaya başlayan biri değil. Küçük zaferler ve küçük kayıplarla büyük yapıtlar oluşuyor.
Bu yüzden bu küçük şeylerden büyük portreler çıkarmaya çalışıyorum. Kişi ve mekân portrelerinde de aynı şekilde. Detayların, kimsenin çok da önem vermediği şeylerin esasen üretimin büyük işaretleri olduğunu düşünüyorum. Onları toplayıp birleştirdiğimde büyük yapıtı oluşturan küçük anları görmenin bu süreci daha iyi anlattığına inanıyorum. Bu gündelik anların bizim de bu sürece dahil olabileceğimizi, tüm bunların bir parçası olabileceğimizi göstermesi açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. Gösterişli bir an üzerinden bir kurgu planlamıyorum.
Videolarda iki yazarın da ilham aldığı yazarlardan pek çok kitap kapağı görüyoruz. Borges, Virginia Woolf, Dostoyevski, Yahya Kemal Beyatlı, Kemal Tahir, Ahmed Hamdi, Halide Edip Adıvar… Bazı kitaplar ve el yazmaları estetik duruşuyla daha çok öne çıkıyor. Bu çekimlerde kitaplarla kurduğunuz estetik bir ilişkiden de söz edebilir miyiz?
Kitaplarla ilgili ya da kendi yapacağım kitapla ilgili bir iş fikri 2010’dan beri aklımdaydı. Son on beş senede, hem gözlemci olarak bir kitabın ortaya çıkış şekillerine dair işler yaptım hem de üç dört senede bir kendi işlerimle alakalı kitaplar ürettim. Yaptığım bütün görsel işlerde kitaplar bana eşlik eder. Çalıştığım konu üzerine mutlaka okurum. Örneğin endüstriyel bir alanda bir iş yapıyorsam o endüstrinin tarihini okurum veya bir zanaat üzerine çalışıyorsam, o zanaatta ustalaşmış insanların biyografilerini ya da otobiyografilerini okurum.
Videolarda gördüğümüz kitaplar iki yazarın da hayatında daha fazla yer etmiş, şu ya da bu şekilde diğer kitaplardan daha önemli olmuş kitaplardır. Orhan Pamuk filmindeki kitapların birçoğu onların kendisi için neden önemli olduğunu bana anlattığı yazarlardır. Bu kitapların hepsi Orhan Pamuk’la doğrudan ilişkilidir.
Yazarla kitap arasındaki önemlilikle birlikte estetik açıdan, örneğin Tolstoy’un bir kitabı filmde olacaksa, kapağını diğer kapaklardan daha çok beğendiğim Tolstoy kitabını çekmişimdir. Burada esas olarak bir yazarın yapıtına sadık kalıp, o yapıt üzerinden evrensel bir üretim sürecini anlatmak istedim. Bu yüzden kitaplar hep “o” yazara bağlanır. Yazarların kendi yazdığı kitapları da görürsünüz. Kendi üretimlerini diğer yazarların üretimlerinin yanına koyunca bir edebi bütünlük sağlanıyor. Alberto için de aynı şekilde, kendi yazdığı kitaplar, el yazmaları, resimleri, hepsi bu bütünlüğün birer parçası.
EDEBİ ÜRETİM: İDEAL KÜLTÜR MODELİ
Lizbon ve İstanbul’u edebiyat çerçevesinde ele alma düşünceniz hep var mıydı? İki şehir de edebiyatla okunduğunda daha iyi anlaşılan şehirler.
Bundan üç ya da dört sene önce Orhan Pamuk’la çekimlere başlarken aklımda Lizbon-İstanbul arasında bir bağlantı kurma fikri yoktu. Benim üretim sürecim şu şekilde işliyor, kendi istediğim işleri yapıyorum. Şu an dünyanın çeşitli yerlerindeki varoluş hâlleriyle ilgili yetmiş beşe yakın işim mevcut. Bunların içerisinden binlerce farklı konsept çıkarabilirsiniz. Örneğin ev teması, ya da ekoloji, teknoloji, insanın dehası ya da şeytani yönleri gibi farklı temalarda, bir küratörün kendi araştırdığı sorunsala dair bir bütünlük oluşturabileceği bir arşiv (yapıt) var elimde.
Alberto’nun Lizbon’da, Orhan Pamuk’un İstanbul’da yaşaması, iki yazarın da birbirine yakın yaşlarda olması, ikisinin de görsel dünyaya ve resme düşkün olması, başka yazarlarla ve tarihle direkt ilişki kuran kitaplar yazmaları gibi şeyler bu sergiyi bu haliyle düşünmemizi sağladı. Tüm bu değerlerin aynı mekân içerisinde bir çeşit iletişim hâlinde olmalarının iyi olacağını düşündüm.
Lizbon ve İstanbul Avrupa’nın iki kenarında, biri Asya’ya açılıyor biri Amerika’ya. İkisi de liman şehri, benzer coğrafi yapıları var. Bu bilgiyi Küratör Maurizio Bortolotti ile Avrupa’nın iki kapısı gibi ele alarak, bu kapıların bu iki yazar üzerinden diğer kültürlere açılmasını işleyen bir Avrupa okuması olarak kurguladık.
Avrupa’nın iyi işleyen, hatırlanası yönlerini vurgularken bu kapıları açık tutmayı sağlayan, başka kültürlerle iletişim içinde olan bir Avrupa’yı hatırlatmanın özellikle bugün önemli olduğunu düşünüyorum. Deniz ve nehir görüntüleri, fotoğraflar, biraz da o karşılaşmaları, farklı kültürlerin birbirleriyle iletişimini, birbirlerinin yanında nasıl var olabileceklerini gösteren imajlar. Edebi üretimi bir çeşit ideal kültür modeli olarak düşünmeye çalıştım.
Çekimlerinizde Borges’in yazı stilinden etkiler görmek mümkün; kısa ve yoğun anlatımlar, konu ne olursa olsun ondan bir tür doğallıkla bahsedebilme gücü anlatım tarzınıza yakın bir konumda duruyor.
Borges tam da bu nedenle en sevdiğim yazarlardan biridir; hikayesini kompakt, olabilecek en az kelimeyle ifade eden, anlatıyı bazen kelimelere bile başvurmadan, sessizlikle veya söylemeyerek sunan bir yazar olması benim için çok önemlidir. Hatta kendime yazdığım nasihatler arasında “montaj sırasında sıkıştığın zamanlarda Borges oku” diye bir notum vardır. Borges montajı dille yapıyor. Ne kadar az ile ne kadar çok anlatabileceğinizi Borges’te görüyorsunuz.
Bir şeyin olmasını beklediğiniz zaman, özellikle edebiyatta, onun olmasındansa olmaması estetik anı tetikleyebiliyor. “Daha az ile daha çok” mantığını kendime her zaman hatırlatmaya çalışıyorum.
Sergide iki yazarın da yaşamlarından pek çok gündelik hayat nesnesi görüyoruz. Metafor konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Eşyalar hem yalnızca kendi varoluşlarına referans vermeleri hem de size çağrıştırdığı şeyler açısından önemli. Kullandığımız eşyalar en iyi hâliyle başka şeylerle birleşmeli, iletişim kurmalı. Eşya hem kendi (film) karesiyle hem de diğer karelerdeki eşyalar, insanlar ve peyzajla ilişki hâlindedir. Bir artı birin ikiden fazla ettiği imgeleri kullanmaya çalışıyorum. Bu anlamda metaforik diyebiliriz. Ama aynı zamanda sadece oldukları şey olarak da anlamlılar, bir oyuncak oyuncaktır veya fotoğraf, sadece bir fotoğraf…
Rainer Maria Rilke’nin Rodin’e sorduğu “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunun sizin için de önemli olduğunu biliyorum. Siz sanata adanmış bir hayat süren bir sanatçı olarak nasıl yaşamanız gerektiğiyle ilgili aldığınız kararlar veya değiştirdiğiniz şeyler oldu mu?
Hayatın her anında bir şeyleri bırakıp bir şeyleri alarak devam ediyorum. Neal Stephenson’ın bir romanında Minerva adlı bir gemi var. Yolculuk boyunca geminin bozulan parçalarını değiştirirler, yırtılan yelkenleri onarırlar, mürettebattan ölenler yaralananlar olur, saldırıya uğrarlar, sürekli bir şeyler satılıp alınarak ticaret yapılır, yeni şeyler öğrenir ve yeni yerler görürler. Sonuç olarak limana dönen geminin adı hâlâ Minerva’dır ama içindeki hemen her parça değişmiştir. Yaptığım iş bu anlamda değişime çok açık. Üretim sürecinde kendimden bir şeyler katıp karşılığında bir şeyler alıyorum. Bu süreçler son zamanlarda daha uzun olmaya başladı. Eskiden 3-5 ayda bitirdiğim işler olurdu. Olaylara, mekânlara ya da kişilerin hayatına daha hızlı girip çıkardım. Belki yaşla ya da işin doğal akışıyla ilgili olabilir, başladığım projelerin sonuca ulaşması artık iki üç seneyi bulabiliyor. Bu süreç içinde her an kendi yaşamımı, buradan ne alabileceğimi, bıraktığım şeylerin yerine neyi koyabileceğimi düşünüyorum. Bu değişiklik hayatımın değişmeyen bir parçası. Hiç değişmeyen bazı düşünceler de var tabii: eşitlik, gücün eşit dağılımı, adalet gibi temel konular. Bunları da değiştirirsem zaten bir şeyler yanlış demektir! Her konuda hata yapma hakkını kendimde buluyorum. Daha önceden taşıdığım fikirlerimin beni sınırlamasına izin vermemeye özen gösteriyorum.
SAYIKLAMALAR BENİ ÇOK İLGİLENDİRMİYOR
Günümüzde çağdaş sanatın gerekliliğini -ya da zorunluluğunu- nasıl yorumluyorsunuz?
Sanat bu zor tarihsel dönemde -canavarların döneminde- hâlâ bireye bir çeşit serbestlik ve dünyayı yeniden düşünmeyi sağlayabilecek bir alan. Her zaman sağlıyor mu veya bütün sanatçılar bunu yapıyor mu derseniz tabii ki hayır. Güncel sanat dünyasında gösterilen işlerin ve sergilerin içeriği çoğunlukla benim hiç ilgilenmediğim şeyler. Güncel sanat adına gördüğüm şeylerin yüzde doksanı bana dokunmuyor, görüyorum ve geçiyorum. Edebiyatta ve sinemada da aynı şey geçerlidir. Bize dokunan çok nadirdir. Ama sırf kötü örnekler sanatı tanımlayamaz. Nadiren de olsa gördüğümüz, sizi düşündüren, dünyayla ilişkilenmenize bir şeyler katan işler benim için çok değerli. Dünyadaki diğer tüm alanlarda olduğu gibi sanatta da büyük bir bozulma söz konusu olsa bile bazı sanatçılar bize dünyaya yeniden baktırabilen, düşündürebilen işler üretebiliyor. Tabii ki sanatçıların üzerindeki çeşitli baskılardan söz ediyoruz ama sanatsal üretimde hala var olan özgürlük alanı çoğunlukla nitelikli değerlendirilmiyor. “Sayıklamalar” diye ifade ettiğim bir durum var. Güncel sanatlarda üretilen şeyler çoğunlukla sayıklama gibi geliyor bana. Ateşli birinin aklına geleni dışarı atması gibi… Bu da beni çok ilgilendirmiyor. Gerçek bir inşa sürecinden geçmeyen birçok sanat eseri görüyorum ve bunlar da zaten bana dokunmayan, bakıp geçtiğim şeyler.
Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında etkilendiği ve rehber edindiği romanları söylemekten çekinmeyen bir yazar. Sanatta etkilenme konusunda ne düşünüyorsunuz? Şu sıralar neler okuyorsunuz?
Orhan Bey’le Saf ve Düşünceli Romancı kitabı üzerine çok konuştuk. Schiller’in Saf ve Düşünceli Şiir adlı kitabından ilhamla koyulmuş bir başlıktır. Bu kitap üzerine yaptığımız konuşmalardan oluşan bir videoyu önümüzdeki haziranda İstanbul Modern’de yapacağımız sergide göstermeyi planlıyorum.
Bu aralar Post-Apokaliptik bilimkurgu okuyorum. Andrei Tchaikovsky’nin kitaplarını okuyorum. Her zaman okuduğum polisiye kitapları vardır, Georges Simenon, Donna Leon, Chesterton; bu günlerde Dork Zabunyan’ın Arap Baharı imgelerinin nasıl okunması gerektiği üzerine yazdığı bir kitabını okuyorum. Canetti, Nabokov gibi hep geri döndüğüm otobiyografiler vardır. Walser vardır. Elbette son senelerde çok fazla Alberto Manguel ve Pamuk okudum. Senede altı yedi bilimkurgu, sekiz on polisiye, beş altı felsefe, üç dört biyografi veya otobiyografi, dört beş roman ve bir de mutlaka bir Saul Bellow okuyorum, özellikle ilk dönem eserlerini. Saul Bellow’dan en son “Henderson the Rain King” (Yağmur Kral) okudum. W.G. Sebald’in bütün kitaplarını en az ikişer kez okudum. Yenilerden ise çok beğendiğim Kolombiyalı genç yazar Juan Gabriel Vasquez. Bilimkurgu kitapları işlenen konunun arka planında esasen o günkü toplumun psikolojisi üzerine bize çok şey anlatır. Eskiden makine ve beden ilişkisi üzerine Cyberpunk yapıtlar gördük, sonra yapay zekâ çıktı. Artık dünyanın sonunun gelip geçtiği Post-apokaliptik şeyler yazılıyor. Bu dünyanın sonrasını düşünüyoruz. Bu da aslında ne kadar zor bir dönemden geçtiğimizi gösteriyor.
“Nasıl yaşamalıyım?” sorusunu düşünen genç sanatçılar için bir tavsiyeniz olur mu?
Herkes için, her zaman geçerli bir yaşam ve üretim mümkün değil. Bu yüzden bildiğin ve inandığın gibi yaşa, yapılacak yeni hatalar keşfet!