Örsan K. Öymen

Alaturka neo-liberalizm

27 Ocak 2020 Pazartesi

Liberalizm en genel ve klasik anlamıyla özgürlükçülük anlamına gelmektedir. 17. ve 18. yüzyılda John Locke, Adam Smith, David Hume, Jean-Jacques Rousseau, Denis Diderot, Paul D’Holbach, François-Marie Arouet, Charles-Louis Montesquieu gibi Britanyalı ve Fransız filozoflar, mutlak monarşiyi, feodalizmi ve teokrasiyi yıkmak için bu kavram üzerinden kuramlar geliştirmişlerdi. 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız Devrimi bu kuramlardan esinlenerek gerçekleşmiştir.

Bu filozofların savunduğu temel ilkeler şunlardı:

 1) Yetkilerin tek kişide toplandığı monarşik düzenin yerine, yasama, yürütme ve yargı arasında güçler ayrılığına dayalı, halk egemenliğini temel alan bir düzen kurulmalı.

 2) Çiftçinin, toprak mülkiyetini tekelinde bulunduran toprak ağası tarafından sömürüldüğü feodalizmin yerine, üreten çiftçinin özel mülkiyet hakkına sahip olduğu, ayrıca serbest ticaret ve rekabet yolunun açılmasıyla, tekellerin kırıldığı bir ekonomik model geliştirilmeli.

3) Dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale ettiği teokrasinin yerine, laikliğin geçerli olduğu bir düzen kurulmalı; yani dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale etmemesi, dinin yetki alanına bir sınır çekilmesi ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün güvence altına alınması sağlanmalı.

 4) Sansüre ve baskıya dayalı despotik yönetim tarzının yerine, düşünce, ifade, basın ve yayın özgürlüğünün yasalar tarafından güvence altına alındığı bir yönetim biçimi benimsenmeli.

Bu yüzyıllarda önerilen ekonomik model, feodalizmi yıkması nedeniyle kendi tarihsel koşullarında ilerici sayılsa da, tarımsal üretim biçimlerinin geçerli olduğu yüzyıllarda ortaya atılması nedeniyle, 19. yüzyılda güncelliğini yitirmişti. Çünkü 19. yüzyılda Avrupa’da ve ABD’de belli bölgelerde Sanayi Devrimi gerçekleşmişti ve ekonomi sadece tarımsal üretimle yürümediği gibi, mülkiyet de sadece toprak mülkiyetinden ibaret değildi; devreye yeni üretim biçimleri ve yeni üretim araçları girmişti. Yeni üretim biçimi sanayi tarzı üretim biçimiydi, yeni üretim aracı da fabrikalardı.

Söz konusu özgürlükçü filozofların yaşadığı yüzyıllarda bu yeni üretim biçimleri ve araçları henüz var olmadığı için, yeni üretim araçlarının özel mülkiyette olmasının yarattığı sömürü ve üretim araçlarının sahipleri olan sermaye sınıfının, üretimi yapan işçi sınıfını sömürmesi konusunda söyleyebilecekleri bir şey de olamazdı. 19. yüzyılda çiftçinin yerini fabrika işçisi, toprak ağasının yerini fabrika sahibi almıştı. Bu soruna 19. yüzyılda dikkat çeken ve kapitalizm adını verdiği bu düzenin yerine sosyalizmi öneren kişi Alman filozof ve sosyal bilimci Karl Marx idi.

 Avrupa, söz konusu sosyalist akımdan farklı biçimlerde de olsa etkilendi, ABD ise bu akımın dışında kaldı. 18. yüzyılda George Washington, Thomas Jefferson, Thomas Paine ve Benjamin Franklin gibi siyasetçilerin gerçekleştirdiği 1776 devrimiyle dünya siyasetine öncülük eden ABD, 19. ve 20. yüzyılda Avrupa’nın gerisinde kaldı; Sanayi Devrimi’ni, 17. ve 18. yüzyılın ekonomi paradigmasıyla geçiştirmeye çalıştı, ekonomiyi, serbest piyasaya ve özel sektöre indirgedi. Bu nedenle ABD, sınıflar arası uçurumun giderilmesi konusunda sınıfta kaldı. Neo-liberalizm adı verilen ve tarihsel bağlam gereği klasik liberalizmin ekonomi modelinin uzantısı sayılamayacak olan ucube sistem çöktü.

 Türkiye’de ise kendilerini “liberal” veya “neo-liberal” olarak tanımlayanların büyük çoğunluğu daha da zavallı bir duruma düştü. Çünkü onlar, klasik liberallerin ekonomik modelini bir adım daha ileriye götürerek toplumcu bir ekonomik model geliştiremedikleri gibi, önemli bir ölçüde 1776 ve 1789 devrimlerinin Osmanlı’daki gecikmeli bir yansıması olan Atatürk devrimlerini de hedef aldılar; İslamcı faşizmle ve monarşik teokrasiyle işbirliği yaparak, laikliğe, yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığına, düşünce, ifade, basın ve yayın özgürlüğüne darbe vurdular.

O nedenle, ne liberal olmayı, ne de neo-liberal olmayı beceremediler! 




Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları