Bedri Baykam
Bedri Baykam bedri.baykam@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Sanat ortamımızın ateşle imtihanı

05 Eylül 2019 Perşembe

Türkiye’de yalnız yaşayıp pencerelerinden mahallede oynayan çocukları izleyen teyzeler bile, bir kaleci çok yakışıklı olsa da, bunun onun “en iyi kaleci” olduğunun işareti sayılamayacağını bilirler.
Türkiye’deki sanat koleksiyonerlerinin önemli bir kısmı, bu teyzelerin futboldan anladığı kadar sanat ortamının alfabesini bilmiyorlar.
40 yıl önce, sanata ister pul koleksiyonculuğu özeni ile ister hastalıklı bir tutku ile bağlı olsunlar, koleksiyonerler maddi olanakları oranında, kendi zevklerine göre eser alır ve onlarla yaşamak isterlerdi. Peki bugün aynı yöntemler uygulanıyor mu?
İstisnalar hariç, kesinlikle uygulanamıyor. Çünkü Türkiye’de insanlar eserle değil, para ile kurdukları ilişki oranında eser alır duruma düşürüldüler! Onları ilgilendiren, sanat “piyasası”ndaki hamleleriyle, “ne kadar akıllı bir iş insanı olduklarını” dosta düşmana kanıtlayabilmek! Ne kadar parayı, ne kadar “uyanık” şekilde nasıl kullanıp kimlerden kaç adet eser almayı başardıklarını insanlara gösterebilmek! “Ne? Sen Osman’dan 80’e mi aldın! Ha ha, ben 60’a aldım!”, “Ne? Sen Fatma’dan daha bu sene yeni mi iş aldın? Ben 3-4 yıl önce fiyatları bunun yarısıyken aldım!”, “Ne? Sen Mahmut’un işlerini galeriden mi aldın? Ben atölyesinden yarı fiyata aldım”. “Ben 5 yıl önce aldığım Marta resimlerini geçen yıl yüzde 50 kârla sattım. O parayla şu genç ressamın atölyesini kapattım! Gör, 3 yılda ne prim yapar!” Bu liste böyle uzar gider. Konuşulanlar hep kim kaça almış, kaça satmış, kim ne kâr, ne zarar yaptı üzerinden yürür. Kurulan cümleler artık hep ekonomik yorumlardır: “Dolar bazında değmez bir yatırım”, “Bu parayı bunlara yatırırsan en az beş yıl kâr beklentin olmasın”. Bu yorumların hiçbirinde, sanatçının o eserinde veya o serisinde ne anlatmak istediği, eserin onda uyandırdığı karşı konulamaz hisler veya o sanatçının işlerinin 20 yıldır nasıl zenginleşerek ilerlediği gibi veriler yoktur. “Bir resme âşık olma” yoktur. Bir resmin “başyapıt” adayı olarak, fiyat dahil nasıl her alanda fark yaratma kapasitesine sahip olduğu yoktur. Bir sanatçıya ömür çizgisi üzerinden inanarak ondan tutku ile eser toplama yoktur. Bir sanatçının hak etmediği durumlara düşürülmesine isyan ettiği için inadına ondan yapıt alan insanların şövalye ruhu yoktur. Bu insanlar, fışkıran ekonomik dehalarını bir teşhirci gibi duyurup tatmin olma peşindedirler. Aynen kimi müzayedelerde toplu histeri içinde hareket etme ve birbirlerinin kalkan ve kalkmayan ellerini gözeterek dedikodu ve kolektif sessiz “mimetizm” içinde aldıkları kararlarda olduğu gibi...

Eser tarihlerinin tartışılmaz önemi
Sanat alıcısının hiç bilmediği noktalardan biri de, bir eserin yapıldığı yılın, o resmin en önemli verisi olduğudur. Sanat tarihi, her şeyden önce yapıtların doğum tarihleri ile ilgilidir. Bu hafta Akaretler ArtWeek’te karşıma Elvira Bach resimleri çıktı. Bizim kuşağın yeni dışavurumcu ekolünün Berlin hattından gelen bir sanatçıydı. 40 yıl önceki sergilerden bildiğim, dostum Fetting veya Salomé ile çeşitli sergilere katılmış, kariyer yapmış bir sanatçı. Evet, belki kendi çizgisinde devrimlere imza atmamış ama yeni dışavurumcu hattın içinde yerini korumuş bir isim... O yapıtlara bakan Türk alıcısının benzer bol renkli figüratif işler yapan genç sanatçılarla nasıl haksız yere eşdeğer bakabildiğini düşündüm. “Ne yani bu resimler on kere daha pahalı, sanki çok daha mı güzeller?” kıyaslaması, Türkiye’nin en eski müzesinin yalnız 15 yaşında olması ile ilgili bir eğitim sorunudur. Hangi sanatsal devrimi kimin yaptığı ve tarihe kalma ihtimalinin çok daha fazla olup olmadığı gibi temel konuların Türk piyasasında bir karşılığı yoktur. Ünlü eleştirmenlerin veya küratörlerin analizlerinin bir önemi yoktur. İki kaş göz ile birbirini yönlendiren paralı cehaletin ukalalığı, sanat tüccarlarının ellerindeki kurtulmaya çalıştıkları eserleri zorla yönlendirmeleri, sanatın gerçek tüm kriterlerini yok etmek konusunda adeta birbirleriyle yarış içindedirler. Bir eserin “ucuzluğu”, burada “öncülük” veya “yeni parlayan yıldız adayı” gibi temel verileri geçerek, ana kriter haline gelir! Bir başyapıtın veya en çok âşık olacağı bir eserin arayışı yok hükmündedir.
“Ne? Sen hâlâ Türk sanatçılardan mı iş alıyorsun! Yatırım değeri yok ki!” krizleri eşliğinde, şımarıklıklarını doruğa taşıyarak bir toplumun, kendi çağdaş kültürünü yok etme peşinde koşanların, acil olarak Çin’e, Kore’ye, Japonya’ya, Hindistan’a giderek, o ülkelerin koleksiyonerlerinin nasıl tam tersine sanatçılarını dünya haritasını yerleştirebilmek için hangi pazarlıkları ve fedakârlıkları yaptıklarını analiz etmeleri lazım. Bugün toplu ayin yaparcasına kendisini bütün fuarları ve bienalleri gezmeye adeta mecbur hisseden yeni koleksiyoner tipolojimizin ve kapitalimizin, aynı yabancı isimleri veya “daha da pahalısını” alarak birbiriyle hava atma yarışına girişmeleri Türk çağdaş sanatına neye mal olduğunu hissedemeyecek kadar ülke nabzından kopmuşlardır.

Müze açmakla müze olmaz
Meydanın bu kadar “boş” olması, bugün gerçek bir müze açmakla, bir galericinin kendi çıkarlarını gözeterek yaptığı koleksiyon alımlarını müze diye dayatmak arasındaki farkı yaratabilmektedir. Sanat eleştirisinin yarattığı boşluk, bu sapmaları mümkün kılabilmektedir. Müze açmak, objektif kriterlerle yaşanan gerçekleri bir ülkenin sanatının çehresini değiştiren akımları, sanatçıları para ve çıkar gözetmeksizin analiz ederek ve bu doğrultuda bir koleksiyon oluşturarak yapılır. O ülkenin çağdaş sanatının hangi alanında derinleşeceğini seçerek o müze sanat ortamına “girişini” yapar. Arter’de göreceğimizden emin olduğumuz gibi...
Bu hafta üst üste açılacak Contemporary İstanbul’la, İstanbul Bienali ile, Arter’le, Odunpazarı “Müzesi” ile ve daha sayısız paralel aktivitelerle toplumumuz bir anlamda “sanata doyacak”. Ama bu selin içerisinde sürüklenen sanatseverlerin, önlerine konulan her şeyi “sorgusuz sualsiz hazmetmemek” gibi bir ev ödevinden başarıyla çıkmaları gerekecek. Bu bağlamda geliştirilmesi gereken “seçicilik” Türk sanatının geleceğini belirleyecek... Keyifli bir sanat haftası dileğiyle!
Bu arada Ukraynalı Valentin Popov ve Victor Sydorenko’nun çalışmalarının yer aldığı sergi de, 10 Eylül Salı günü Piramid’de açılıyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kâbus gibi bir kasım... 28 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları