Son yazımı, “şimdi, başka şeyler düşünmek gerekiyor!” diyerek bitirmiştim. Bu başka şeyleri düşünmeye, önce açıyı biraz daraltıp, solun durumuna bakarak başlayabiliriz.
Potansiyel
Türkiye’de, “başka şeyler” düşünecek bir sol potansiyel var mı? Yakın geçmişteki, 1 Mayıs kutlamalarına, Gezi Olayı’na, son seçimlerden önceki büyük mitinglere, ayakta kalmayı başaran sosyalist örgütlere bakınca bu soruya olumlu bir cevap verilebilir.
Peki, bu potansiyel neden toplumda değişim yaratabilecek kinetik enerjiye dönüşemiyor? Yandaş basının yazarları sık sık, “sol halkın değerlerine yabancı”, “halkına yabancılaşmış da ondan” diyorlar.
Bu tiplerin, siyasal İslamın bir hegemonya aracı olarak ürettiği bu “açıklamalar” şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, bu “açıklamaların” solun içinde de alıcı bulmaya başlaması.
Geçenlerde, bir dostumuz yazısında şöyle diyor: “1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye solu, halkla bugün hayal edilemeyecek ölçüde bütünleştiyse bunun ardında, başka şeylerin yanı sıra, solun bu toprakların insanlarının duyarlılıklarından kopmaması yatıyordu. Bugün ise sol halktan bambaşka bir dünyada yaşıyor. Burada en önemli bağ, anti-emperyalizm ve anti-siyonizimdir.”
Kinetik...
1970’lerde, ne o zaman benim de parçası olduğum grubun, ne de genel olarak solun, halkın duyarlılıklarından kopmak, onun diliyle konuşmak gibi bir kaygısı vardı. Solun, bugünle karşılaştırılamayacak kadar büyük gruplarının dergilerinde yürüttükleri yoğun teorik tartışmalara, yaşam alanlarında, fabrikalarda, fabrika mahallelerinde, dernekler, sendikalar ya da komiteler bazında sürdürdükleri çalışmalara bakmak yeter.
Bu çalışmalar, özellikle 70’lerin ikinci yarısında, yoğunlaşan faşist saldırılara karşın, büyük bir ciddiyetle, siyasi iddiaların gerektirdiği tüm araçları ve gücü kullanarak sürdürülüyordu. O hareketler 12 Mart darbesinin ardından 3-4 yıl içinde o devasa boyutlarına böyle ulaştılar. Kimi teorik sorunlar bir yana, en büyük zaafları, bu kinetik enerjiyi, birlikte, tek bir hedef (proje) üzerinde yoğunlaştıramamış olmalarıydı.
Halkın duyarlılıklarına gelince, halk bir sınıflar kompleksi olduğundan, farklı kesimleri farklı duyarlılıkları barındırır. “Halkın duyarlılıkları” genellemesi en fazla, tüm bu farklı duyarlılıkların en düşük ortak paydasına gönderme yapar.
Dostumuzun, “en önemli bağ” dediği “anti-emperyalizm ve anti-siyonizm” hattının, ‘halkın duyarlılıklarıyla’ birleşince, hızla milliyetçiliğe ve anti-semitizme, faşizme güçlü bir desteğe dönüşmesi nasıl önlenecektir? Ayrıca, “anti-Siyonizm” verilen bu öncelik de şaşırtıcıdır? Anti-emperyalizm, siyonizme karşı mücadeleyi, sol geleneğin bir ürünü olarak zaten içermez mi? Bu ülkede sorun, öncelikle, kapitalizm ve emperyalizmin yanı sıra, (eğer siyasal İslama, milliyetçiliğe-halkın değerleri-şirin gözükmek gibi bir derdimiz yoksa) şovenizm ve siyasal İslamın artık inşası tamamlanmakta olan projesidir; Siyonizm denen şeyin saldırısı (eğer, kimi milliyetçi “solcular” ve İslamcı yazarlar gibi, küresel komplolardan söz etmeyeceksek) değil.
70’ler boyunca, kimileri Bekaa Vadisine gitmiş, FKÖ ile birlikte mücadele etmiş olsa bile, solun bildirilerinin altına, faşizme, emperyalizme ve şovenizme karşı, (grubuna göre daralan genişleyen) sloganlar eklenirdi, Siyonizme karşı olmak zaten bunlara içkindi.
Diğer taraftan sosyalistler, işçi sınıfının da yapı, kültür ve bilinç olarak çok katmanlı olduğunu bilirler. O nedenle, faaliyete, o sınıfın -kültür endüstrisinin çöplüğünde şekillenen- dilini konuşarak değil, o sınıfın bilinç düzeyi en yüksek, ekonomik siyasi etki yapma potansiyeli (sermaye devreleri – yalnızca fiziki üretim değil, hizmet, bilgi işlem, simgesel üretim- içindeki konumundan gelen gücü) en yüksek kesimiyle ilişkiye geçerek başlamaları gerekir.
Sınıfın o kesimi, sosyalistlerin de katkılarıyla, şekillendikçe, kendi siyasi temsil araçlarını geliştirdikçe, halkın ve işçi sınıfının duyarlılıklarını, önyargılarını, kısacası egemen kültürü sorgulamak, hedef almak ve değiştirmeye, potansiyel olanı kinetik olana dönüştürmeye başlamak söz konusu olabilecektir.
Potansiyel-kinetik
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...