Beyaz Saray zirvesinden neler çıktı diye günlerdir yorumlar, açıklamalar birbirini takip ediyor. Ziyarete ilişkin ne aldık, ne verdik sorusunun yanıtı için “Trumpizm” dilinin şifreleri okunmaya çalışılıyor. Ağır basan görüşler arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibini “Hayırdır” dedirtecek kadar bolca övgü bombardımanına tutan ABD Başkanı Trump’ın ülkesinin çıkarlarına yönelik kazanım listesini genişletmesi de var. Filistin soykırımından Suriye’deki terör örgütü PKK/YPG’nin durumuna, F-35’lere şimdilik Trumpizm dilinde “-cek, -caklar” dışında net bir durum yok gibi. Trump’ın Ankara’nın F-35 talebine yönelik basının önünde rahatça dile getirdiği, “Önce istediğimizi yapın” mesajı ise ağırlığınca ortada.
Tabii anlamaya, anlamlandırılmaya çalışılan mesajlar arasında ABD elçisinin Trump’ın politikasına yönelik, “Erdoğan’a meşruiyet verelim dedi” şeklindeki çıkışı da var. Sert tepkilerin ardından ABD elçisi, bununla “saygı” demek istedim gibi bir geri vites yapsa da sözlerinin yankısı sürüyor.
KESKİN DÖNÜŞLER
“Trumpizm”, içinde olduğumuz öngörülemezlik çağını anlatmak için de kullanılabilir. Trump bu; Rusya ile işbirliğinizi kesin, bizimle iş yapın der sonra gidip Putin ile çok kazançlı bir anlaşmaya vardık diye, el sıkışabilir. Bir yandan İsrail’e tam desteğe diğer yandan zengin Körfez ülkeleriyle ipleri koparmadan dostlar ticarette görsün mantığına devam edebilir. Ukrayna lideri Zelenski’yi Beyaz Saray’da ağırlarken dünyanın gözü önünde giyiminden politikasına sözleriyle yerden yere vurabilir, sonra Çin’e karşı teknolojide ülkesine üstünlük sağlayabilecek nadir elementler anlaşmasına Kiev’in onay vermesiyle bir sonraki görüşmede Zelenski’yi Beyaz Saray kapısında karşılayıp övgüye boğabilir. Geçmişte Ortadoğulu bir liderden “en sevdiğim diktatör” diye bahsettiği de akıllarda...
Emperyalizmin tehlikelerinden, bir bakmışsınız “Ne vereyim abimden neyimiz kaldı” noktasına gelinmiş... İşte tüm bu gelişmeler arasında en kritik nokta, ABD’den gelen söylem ve uygulamaların Ankara açısından nasıl okunduğunda olsa gerek. Örneğin, “Meşruiyet verelim” çıkışı... Bu sözler memnuniyet mi yoksa kuşku, rahatsızlık mı yarattı? Washington’dan iktidar için tam destek aldık diye millet iradesini görmezden gelme, demokratik, laik hukuk devleti ilkelerindeki aşınmalara ilişkin tepkilere omuz silker geçeriz düşüncesi mi oluştu... 19 Mart’tan bu yana CHP’ye yönelik baskı ikliminin artmasına, hız kesmeyen operasyon, tutuklama furyasına, yargı süreçlerine karşı meydanlardan yükselen itirazları hepten duymazdan geliriz diyenler elini mi ovuşturdu...
Türkiye, iç ve dışta en zorlu dönemlerden birini yaşıyor. Bu noktada dış politik adımlarda ince teraziye, küresel, bölgesel dengelere dikkat etmek her zamanki gibi önemli. Cumhuriyetin kurucu değerlerinin, demokratik ilkelerin aydınlığı bu zorlu dönemler açısından yol gösterici.
Batı emperyalizmi, Ortadoğu denkleminde ağza bir parmak bal çalmayı da bilir. Çıkarlar uğruna parçala-böl senaryoları bitmez. Ulus devlet anlayışına emperyalist bakışın alerjisi vardır. İşte tüm bunları da gözeterek Türkiye’yi Ortadoğu denklemine hapsetmeye çalışanların Cumhuriyet tarihini bir kez daha okumalarında yarar var.
Birileri size, iktidarınıza “otoriter demokrasi” diyorsa “Aman ne güzel sırtımızı sıvazladı” diye sevinme değil, ülkenin geleceği için oturup düşünme zamanıdır. Her ülkenin bir yolu, modeli, seçimi vardır. Bizimki de Milli Mücadele süreciyle Kuvayı Milliye ruhuyla 1923’te Atatürk liderliğinde çizilmiştir. Dışarıdan siyaset mühendisliğine soyunanlara karşı en iyi yanıt saraylardan buyruk değil, millet iradesine saygı, sandığın gücü olsa gerek. Bunun için de iktidarın iç-dış her alanda, samimiyetle buna inandığını ortaya koyması, güçler ayrılığı ilkesine bağlı kalması önemlidir.