Olaylar Ve Görüşler

2010'dan 2020'ye... Beyrut'tan İzlenimler... - Neşe DOSTER

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Abraham Lincoln; Son tahlilde önemli olan yaşamımızdaki yıllar değil, yıllarımızdaki yaşamdır” der. ABD’den İngiltere’ye, Arjantin’den Brezilya’ya, Meksika’dan İtalya’ya, Tunus’tan İran’a, Suriye’den Lübnan’a gidip gördüğüm yerleri, yaptığım söyleşileri, dinlediğim öyküleri, o öykülerin kahramanlarını yazılara, konuşmalara ve kitaplara aktarırken bu sözün bana eşlik ettiğini hiç unutmadım…

Örneğin Suriye’de Halepli şoför Şehmuz’un Türkiye’den geldiğimi duyunca Mustafa Kemal” diye seslenmesi üzerine O’nu tanıyor musun?” soruma verdiği; Nasıl tanımam, canımdır o benim!” sözünü duyduğumda attığım çığlığı unutmadım...

Tunus’ta girdiğim hediyelik eşya dükkânında İstanbul’dan geldiğimi duyan satıcının kapıya davet ederek eliyle işaret ettiği duvarda asılı “Mustafa Kemal Atatürk Caddesi” tabelasını gördüğümde yaşadığım gurura kattığım gözyaşlarımı unutmadım…

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de konuşmamın bitiminde salonda bulunan kadın doktorun; Sizin koskoca cumhuriyetiniz var. Arayışa ne lüzum var? Men Atatürk’ün önünde baş eğirem! sözündeki içtenliği unutmadım…

Bu zorunlu bilgilendirme(!) ve gerekli göndermelerden sonra şimdi Beyrut’un sokaklarında ve kitabımın sayfalarında dolaşma zamanıdır…

Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta tonlarca amonyum nitrat patlayınca! Bu facia Hiroşima ve Nagazaki saldırısıyla özdeşleştirilip, 11 Eylül’le eşdeğer tutulunca! Yüzlerce insan hayatını kaybedip, 5 bin kişi yaralanıp, binlerce ev ve işyeri kullanılamaz hale gelince!

Caddelerin enkaz dolduğu, 300 bin kişinin evsiz, 500 bin kişinin işsiz kalması üzerine Beyrut Valisi Mervan Abbud’un ağlayarak yaptığı; hasar milyarlarca dolar” şeklindeki açıklamasını duyunca! Hele de Beyrut’ta yaşayan arkadaşım Muna ile sık sık konuşunca! Belleğime kaydettiğim görüntüleri, unutamadıklarımı paylaşmalıyım diye düşündüm…

İç savaş yüzünden Lübnan’a sığınan 1.5 milyon Suriyelinin ekonomi üzerindeki baskısı, COVID-19’un yarattığı belirsizlik, dur durak bilmeyen elektrik kısıntıları, bir türlü rayına oturmayan siyasi atmosfer ve nihayet tuz biber ekercesine Ortadoğu’nun incisinde yaşanan patlama bölgeye ait anılarımı depreştirince bir şeyler yazmalıyım dedim…

Gerek Celile” adlı romanımı yazarken, gerek 4 kıtadan 40 kadın öyküsünü anlattığım Gitme Dönmezsin Dedi Annem” adlı kitabımı hazırlarken defalarca gittiğim Lübnan ve Beyrut’un iç dünyamda ve kitaplarımda çok özel bir yeri olduğunu hatırladım…

Özellikle de Celile adlı romanımın kahramanı Celile Hanım’ın Suriye ve Beyrut’taki izlerini sürerken okuduğu okullarda kendi öğrencilik yıllarımı soluduğumu, nice dostlukların başladığı, saklandığı ya da bittiği sınıfları dolaşırken tarifsiz duygularla dolduğumu unutmadım. Haksız bir veda ile erkenin erkeni gidişleriyle aramızdan ayrılan okul ve sınıf arkadaşlarımı andığımı, dünyanın her yerinde tüm okulların birbirine benzediğini düşünüp gerilere daldığımı unutamadım…

Louvre Müzesi küratörlerinden Fransız Arkeolog Parrout’un; Dünyada herkesin iki anavatanı vardır, Biri kendi vatanı, diğeri Suriye!” sözünü sık sık anımsarken; yerinde yeller esen Suriye ve zor toparlanacak olan Beyrut’u düşündüm. Hoşgörüsüne sığınarak Fransız arkeoloğa, Kaldırın Suriye’yi! Koyun yerine kendi vatanınızı! Anlam değişir mi?” diye sormak istedim…

BEYRUT KUYU DEMEKMİŞ…

Lübnan’ın başkenti Beyrut’un sözcük anlamının kuyu” olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Bu nasıl bir kuyu idi ki en az üç dili konuşan kozmopolit bir halkı, nargilenin her saat fokurdadığı canlı bir yaşamı, gece hayatının ışıklarının hiç sönmediği bir eğlence anlayışı vardı.

Ortadoğu’nun incisi, ya da Ortadoğu’nun Paris’i denilen kentte kadınlar çok şık, marka satan lüks modaevleri ve mağazalar çok yaygındı. Bölgenin Avrupai yüzü olan Lübnan’ın, gelenleri aç bırakmayan çok iştah açıcı, besleyici, baştan çıkarıcı bir mutfağı vardı.

Bir meze cenneti sayılan ve Ege, Akdeniz, Arap mutfağının birleşimi olarak bilinen yemeklerinde Ege’nin otları ve zeytinyağı, Arapların sunumu, güneyin bulguru ve acısı iç içe geçmiş gibiydi.

Ola ki bir gün yolunuz oralara düşerse, Beyrut ayağa kalkarsa meze değil, ana yemek yerine Falafel, Babagannuş, Tabule, Fattoush ve Zahter salatası yiyin, başka bir şey yemeyecek ve o lezzetleri asla unutamayacak ve bana hak vereceksiniz!

"TOPLUM VE DİN BİZE ANNELİK DAYATIYOR"

Beyrut’un İstanbul’u aratmayan trafiğinde ve o karmaşa içinde ömür tüketen ve çok yüksek sesle müzik dinleyen taksilerle pek çok yere gittim. Lübnan ve Ortadoğu tarihini öğreten ve çok eski yıllarda kurulmuş olan Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin binasını çok etkileyici buldum.

Suikast sonucu öldürülen eski başbakan Refik Hariri’nin anıt mezarının bulunduğu meydanın çok bakımlı olması ve mezarın üstünde her gün yenilenen taze çiçeklerin çokluğu ve renkleri dikkatimi çekti. Üniversitede görüştüğüm öğrencilerin; toplum ve din bize annelik dayatıyor, biz ise önce eğitim, sonra aşk temelli bir evlilik, sonra da annelik diyoruz” şeklinde konuşmalarını kayda değer buldum…

UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Byblos, dünyanın en eski yerleşim yeri ve Latin alfabesinin doğum yeri olarak biliniyor. Taş evleri, eski çarşısı, kafe ve restoranlarıyla turistlerin tercih ettiği mekânların başında geliyor. Ava Gardner’den Paul Anka’ya, Marlon Brando’dan Kim Novak’a, Jacques Chirac’tan Rockefeller’e pek çok sanat ve siyaset adamının ağırlandığı “Pepes Fishing Club Museum Restaurant” yörenin incisi sayılıyor.

Ezan ve çan seslerinin bir arada dinlendiği Beyrut’ta, Müslüman, Dürzi, Maruni, Ermeni ve Hıristiyanlar bir arada yaşıyor. Lübnan halkı hem Türk mallarını hem de Türk dizilerini çok seviyor.

NEŞE DOSTER

(DEVAMI YARIN)




Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları