Olaylar Ve Görüşler

Ukrayna Nasıl Kurtulur?

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kiev’de 20 - 22 Şubat 2014’te yaşananlar, yalnızca dönemin Ukrayna Devlet Başkanı’nın siyaset sahnesinden çekilmesinden ibaret değildi. Aynı zamanda, hem “yakın akraba” iki Slav devleti olan Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş ateşinin ilk kıvılcımına işaret ediyordu, hem de Ukrayna’nın bölünme tehlikesini gündeme getiriyordu.

Aradan sadece bir yıl geçti ve birçok şey daha önceden öngörülemeyecek kadar keskin bir şekilde değişti. Kiev’de 20-22 Şubat 2014’te yaşananlar, yalnızca dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in siyaset sahnesinden çekilmesinden, Batı yanlısı ve milliyetçi güçlerin başa gelmesinden ibaret değildi. Aynı zamanda, hem “yakın akraba” iki Slav devleti olan Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş ateşinin ilk kıvılcımına işaret ediyordu, hem de o zamana kadar “Avrupa’nın en büyük ülkelerinden biri” sayılan Ukrayna’nın bölünme tehlikesini gündeme getiriyordu.
Bu tarihten sonra yaşananlar, dünyada “Soğuk Savaş” sonrasında, 25 yıl boyunca oluşan dengeleri ve göreceli istikrarı bozuyor, Rusya ile Batı arasındaki yumuşama ve işbirliği sürecini durduruyordu. ABD ve müttefiklerinin dünyadaki (özellikle de eski Sovyet cumhuriyetlerindeki) keyfi uygulamalarına karşı artık daha sert tutum alacağını ortaya koyan Rusya, G-8’den çıkarılıyor, NATO ile Moskova arasında 1997’den itibaren geliştirilen ilişkiler donduruluyor, Batı bu ülke ile ticari bağlarını ve enerji ithalatını elinden geldiğince sınırlama yoluna koyuluyordu.

Ukrayna’nın trajedisi: Bölünme ve iç savaş
Kiev’de Batı desteğiyle gerçekleştirilen iktidar değişikliği karşısında alarma geçen Kremlin, hemen karşı adımlar atmaya karar verdi.
Nüfusun yaklaşık yüzde 60’ı Rus, yüzde 25’i Ukraynalı, yüzde 12’si Tatar olan Kırım’daki Ukrayna’ya bağlı resmi ve askeri güçler Rusya tarafından kısa sürede etkisiz hale getirildi. Yarımadada 16 Mart’ta düzenlenen referanduma katılanların yüzde 96’sının “Rusya’ya bağlanmak” istediği bildirildi. Kremlin, böylelikle “eski Sovyet coğrafyasındaki ilerleyişini sürdüren ve NATO’yu Rusya sınırlarına giderek yaklaştıran” Batı’ya dur diyor, Kırım’daki askeri üssünü de yağmalanmaktan koruyordu. Ruslar için Kırım her zaman “Rus yarımadası” idi. 1954’te zamanın Sovyet lideri Nikita Kruşçev tarafından “bir jest olarak” Ukrayna’ya hediye edilmiş olması (bazı kaynaklara göre, kararı imzalayan Kruşçev içkiliydi), Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası “tamir edilmesi gereken bir sorun” olarak algılanıyordu. Kırım’ın Rusya’ya ilhakı, uluslararası arenada kimse tarafından tanınmasa da, kısa süre içinde fiilen gündemden düşen ve pek tartışılmayan bir konu haline geldi. Tartışmaların merkezinde başka bir coğrafya vardı: Rus kökenlilerin çoğunluğu oluşturduğu Doğu Ukrayna.
Ukrayna’nın en büyük idari birimi olan Donetsk Bölgesi ile Luhansk (Lugansk) Bölgesi, 11 Mayıs’ta düzenlenen referandumlar sonucunda, Ukrayna’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçen yıl bahar aylarında birkaç kez Çarlık döneminde Ukrayna’ya ait olmayıp da 1917 Ekim Devrimi’nden sonra onun sınırları içine dahil edilen Donetsk, Luhansk, Harkov, Herson, Nikolayev ve Odessa bölgelerinden “Yeni Rusya” olarak söz etti. (Ancak yeni Kiev yönetimine karşı başlatılan direniş, ilk ikisinin dışında fazla uzun sürmedi.) Ukrayna’nın “kısa süre sonra tarihe karışacak uydurma bir devlet” olduğundan, aslında ülkenin güneyiyle doğusunun Rusya’ya, batısının ise Polonya’ya ait olması gerektiğinden sıkça bahsedilir oldu. Kimileri, “toprak hakkı” olanlar arasına Macaristan’ı ve Romanya’yı da dahil etti.

Minsk Anlaşması savaşı durduramadı
Donetsk ve Luhansk’taki iç savaş aylardır sürüyor. BMÖ verilerine göre, savaşın bilançosu 5 bin 300’ü aşkın ölü (resmi olmayan kaynaklar, bunun 8-10 katı rakamlar veriyor) ve neredeyse tümüyle bombalanıp tahrip edilmiş birçok kent.
Nisan ayında Rusya, Ukrayna, AB ve ABD temsilcilerinin katıldığı Cenevre görüşmelerinin sonuç vermemesinin ardından, eylül ayında düzenlenen ilk Minsk Zirvesi de savaşı durduramadı. Geçen hafta yapılan ikinci Minsk Zirvesi’nde, “tarafların (fiilen ayrılıkçı Rus cumhuriyetlerini de temsil eden Rusya, Ukrayna, Almanya ve Fransa) anlaşmaya vardıkları” duyuruldu.
Ancak ne 15 Şubat’tan itibaren sağlanması gereken ateşkes etkili olabildi, ne de savaşan taraflar arasında sınırların belirlenmesi ve Ukrayna yönetimi ile ayrılıkçıların masaya oturması gibi anahtar konularda ciddi bir gelişme kaydedilebildi.
Moskova, “anayasal reform yapma” sözü vermiş olan Kiev yönetimine, Rus azınlığın haklarını azami savunacak bir “federatif yapı” önerisini ısrarla tekrarlayarak olası NATO üyeliği sürecini baştan engellemeye çalışıyor.
Meseleyi, “Avrupa’nın ana güvenlik sorunu” olarak gören Almanya Şansölyesi ve AB’nin fiili lideri Angela Merkel, yanına Fransa Devlet Başkanı François Hollande’ı da alarak olaya müdahale ederken, bir yanıyla da Kiev yönetimini durmadan kışkırtan ve çok yakında Ukrayna’ya silah yardımı başlatılacağını ilan eden Washington’ı dengelemeye gayret ediyor.

Tarafsızlık statüsüne yönelmesi gerekiyor
Rusya, Ukrayna ve Avrupa ülkelerinde “sınırlı nükleer savaş”, “üçüncü dünya savaşı” gibi tartışmalar giderek daha sık gündeme gelirken, Ukrayna, ABD gündeminde “uzak ve ufak bir sorun” olarak yer alıyor.
Bununla birlikte, Amerikalı müttefiklerinin, 25 Mayıs 2014’te halkın yüzde 55’inin desteğiyle seçimleri kazanmasına karşın birkaç ayda oldukça yıpranan Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko’nun son zamanlardaki askeri başarısızlıkların ardından iktidarını kaybetmesi ihtimalinden çekindiğini ekleyelim.
Poroşenko kurtarılır mı kurtarılamaz mı, bilmiyorum. Ama Batı’nın ve Rusya’nın keskin tercihlere zorladığı Ukrayna’nın ve bölgedeki barışın kurtarılması için, ülkenin tarafsızlık statüsüne yönelmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yani askeri bloklara katılmayan, herkesle dengeli siyasi ve ticari ilişkiler içinde olan, önceliğini kriz içindeki ekonomisini acilen düzeltmek ve halkını gelişkin yaşam standartlarına kavuşturmak olarak belirleyen bir devlet olmasını.
Ukrayna’nın iç ve dış dinamikleri göz önüne alındığında, böyle bir ihtimalin gerçekleşeceği söylenebilir mi? Bu konuda yakın zamanda olumlu gelişmeler beklemek ne yazık ki zor.  

HAKAN AKSAY Gazeteci-Yazar

 

-

 

SYRİZA’nın Hipotezi

SYRİZA’nın “iktidar yürüyüşü”nün bizler için de sonuçları olacak elbette. SYRİZA’nın, neoliberal düzeni nasıl dönüştüreceği önemli. Müesses nizam, hâlâ SYRİZA’nın reel-politik üzerinde dönüşeceği beklentisi taşıyor. Neoliberal parametrelerle çalışan ana akım medyada böyle bir rüzgâr var, nitekim F. Times’ın editoryalinde, “SYRİZA’nın artık üniversitede seminer veriyormuş gibi değil, ciddi bir hükümet programı ortaya koyması gerektiği” dillendirildi.

Hiperliberal programların aşılması gerekiyor
Oysa bu dönüştürücü dili kaybetmemek, sadece günü kurtaran, uzun vadede pranga haline gelen, hiperliberal programların artık aşılması gerekiyor. 30 yıldır IMF-Dünya Bankası reçeteleri, üç aşağı beş yukarı aynı. Yapısal reform adı altında katıksız liberalizasyon ve özelleştirme, yatırımcıları koruyan regülasyonlar, yatırım ortamı için gereken hukuksal düzenlemelerin aciliyeti gibi yaşamın ve üretken ekonominin uzağında ezberler. Dünyada artık kadir-i mutlak hale gelmiş piyasa dilinden vazgeçmeyin, finansal akışkanlığa herhangi bir korku salmayın, diyorlar. Sermayenin yönü de böyle belirleniyor. Ülkeler bu düzene uymak zorunda kalıyor; IMF- Dünya Bankası “kredibilite”yi artırıyor, destek veriyor ya da gelişmiş ülkelerin MB’leri parasal genişleme ile kendi finans kuruluşlarına para enjekte ediyor, bu para da düzenlemeleri yapan ülkelere akıyor. Bu reçeteler ile 175 milyar Avro’luk bir borcun eritilmesi mümkün değil oysa. Asgari ücreti kısarak 500 Avro’lar seviyesine indirmek, Pire Limanı’nı özelleştirmekle açık veren bir bütçeyi artıya geçirmek de mümkün değil. Bu krizi finansallaşma ile yaratanların daha fazla liberalleşme talep etmeleri, Avrupa halklarına kemer sıkma politikasını önermeleri de haksızlık, tıpkı sokakta dayak yemiş bir çocuğun eve gelip babasından da dayak yemesi gibi. Krize yol açanların, servet eşitsizliğini körüklediği, temel göstergeleri daha berbat hale getirdiğini gördük. Maliye bakanı olan, yeni nesil ekonomist Y. Vourufakis’in dediği gibi “Krizde insanlar kemer sıkarken Yunan oligarşisi hâlâ az vergi vermenin pazarlığını yapıyordu, bu oligarşiyi yıkacağız.”

SYRİZA insani krizi çözecek mi?
İkincisi, SYRİZA’nın manifestosu Selanik programının girişine bakmalıyız. “Ekonomik kriz insani krize dönüşmüş durumdadır, SYRİZA bu insani krizi çözecektir. SYRİZA sonrası, artık hiçbir siyasal oluşum, ekonominin insana hizmetini göz ardı edemeyecektir. Nicedir, toplumsal olan, piyasanın ‘kör aklına’ emanet edildi. Siyaset finansallaşmış aklın hizmetkârı haline getirildi. Kamu yatırımlarının insani koşulları yükseltmek için kullanılmak, üretim ağırlıklı büyüme modelleri, güvencesizlere doğrudan kaynak desteği gibi programlar, S. Demokrat partiler tarafından dahi ihmal edildi.”

Yangın söndürücü sol
Bu davet, solun sadece kriz anlarında iktidara gelebildiği, sadece kriz anlarında işe yaradığı şu meşhur ezber. Bu iddiaya göre sol, liberal finansal sistemin krize girdiği anlarda teveccüh edilen bir yangın söndürücüdür, gelir dağılımı bozulduğunda, haksızlıklar ayyuka çıkıp özgürlükler kaybolduğunda bu yangını söndürür ve geri döner. Sol kendi ekonomik aklını, kamusal yatırım anlayışını, sağlıklı ve hakça paylaşım içinde de refahı-büyümeyi sağlayabileceğini göstermek zorundadır. SYRİZA iktidarı bu beklemiş potansiyelin kendini uzun bir zaman sonra ilk kez gerçekleştireceği müthiş kritik bir eşiktir. Çipras’ın dediği gibi: “Gitgide fazlalaşan sosyal desteği bir araya getiren sola, temel bir problemi çözmek için başvurulacak. Aynı zamanda büyük bir sosyal çoğunluğu oluşturan zayıf ve savunmasız insanlar desteklenecek.”

Solun ilhamı
İşin en can alıcı kısmı, SYRİZA’nın sola vereceği ilham. Sadece, “ilham”ın romantik çağrışımları değil, bir de ev ödevi getiriyor. Birincisi, siyasetin demokratik bir zemin üzerinde ivme kazanan bir etkileşim üzerinde, en dışarıda bırakılmışların içeriden sisteme doğru yürüdükleri eşitlik talebi. Burada Gramsci - Laclau - Moffe geleneğine dönerek hegemonik güçlere karşı koşulların denkliği ilkesince bir ittifak, bir mevzi planı, bir hegemonya oluşturabilmenin en çarpıcı örneği anlamına geliyor.
Sonuncusu için yoruma gerek yok. Tsipras’ın filozof Zizek ve Horvat ile söyleşisindeki ilgili bölümün tamamını aktarıyorum “...ve ben SYRİZA’yla olan şeyin halkın çoğunluğunun radikal sola meyletmesi değil, politik tabular dışında olan insanların radikal bir değişimi olduğuna inanıyorum; büyük, radikal bir değişim istiyorlardı. Yunanistan’da söz verdiğini yapacak tek politik güç olduğumuza inandılar. Hem ellerimiz de temiz. Kimse SYRİZA’nın durumu aniden değiştireceğini beklemiyor ama herkes bizim konumumuzu değiştirmeyeceğimizi umuyor, düşmanlarımız tarafından saldırıya uğrasak bile.” İnsanlara, çok büyük program ve projelerden önce iki şeyi sunmanız gerekiyor: Dönüşümü yapabilecek güç olduğunuza inandırmak ve temiz kalmak. Sahici olan için, öyle zor bir yol değil aslında...  

Ö. İSKENDER ÖZTURANLI Toplumcu Düşünce Enstitüsü, Y.K. Üyesi



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları