3 Eylül 1971’de kurulan TÖB-DER’in kapatılmasıyla örgütsüz bırakılan devrimci öğretmen hareketinin 12 Eylül sonrası ayağa kalkarken attığı ilk adımı olan abece dergisinin ilk sayısında (Ocak 1989) çıkan yazım geldi aklıma.
“80’li yılların Türkiye’sinde eğitim öğretim sanat kültür: Devr-i şeamet”
“Ülkemizin 80’li yılları için, ‘bir devr-i şeamet’ mi (uğursuz dönem) diye düşünüyorum.
‘Bir zulmet-i beyzâ’ mı (beyaz karanlık) yaşadık, yaşıyoruz?
‘Zor’ ile yöneltildiğimiz yaşam biçimine bakınca, böyle düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bu yaşam biçimi, yozluğu getirdi ülkemize. İnsanların acıları üzerinde yükseldi, özgürlüğü kanatarak. Korkuyu çoğalttı sevgi yerine, suskunluğu egemen kıldı. Duyarsızlığı erdem, sevdayı ayıp, yağmayı yasal saydı. Böyle olunca da, köreldi kültür, utandı sanat, pes etti eğitim.
İnsan üzünçlü, küskün ve yenik!
Ve insanlardan birinin, Oktay Rifat’ın ‘Elleri Var Özgürlüğün’ adlı şiirini çok seviyorum. O şiirden dizeler geliyor dilimin ucuna. Geliyor da, dilimin ucunun pası mürekkep oluyor kalemime.
Yazıyor, buruk:
‘...Öpüşmek yasaktı bilir misiniz,/ Düşünmek yasak,/ İşgücünü savunmak yasak!/ ...Emeğin dalları kırılmış, yerde./ ...Karanlıkta duruyor ekmekle su...’
Bu şiir, kültürümüzün, sanatımızın, eğitimimizin bugününü anlatıyor gibi geliyor bana, üzünç dolu gülümseyişle. Ve şair duyarlığıyla, umut dolu bir çağrıyla ‘...Gel yurdumun insanı görün artık,/ Özgürlüğün kapısında dal gibi;/ Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!’ dizeleriyle bitiyor.
Bir başka insan, Uğur Kökden, ‘Hayal gücüne karşı belleğin zaferi!’ dediği, Jorge Semprun’un Büyük Yolculuk romanına yazdığı önsözde, ‘Acılara karşı en etkili umar, unutmak/ değil mi? Unutmak istemek?’ diye soruyor.
Unutmamak
Unutmak! İnsan aklına katılan yeni bilgiler, kavramlar, olaylar, birçok eskinin unutulmasını getiriyor elbette. Ama belleğe yerleştirilmesi gereken eski de var. Bazen unutunca çiçeklenir gelecek, bazen unutmayınca. Şimdilerde, unutmamanın geleceği çiçekleyeceği günleri yaşamadayız diye düşünüyorum. Yeninin, unutulan dün üzerinde yükseldiğinde, yaşamı trajediye dönüştürdüğü koşullar söz konusu yurdumuzda.
Unutmanın yanlış olduğu bir tarihsel dönem yaşıyoruz. Bu tarihsel dönem, 80’li yıllar Türkiye’sinin ekonomik, siyasal, kültürel gerçekliğidir. Bu gerçeklik, kaynağını, Cumhuriyet’le birlikte sinen, zaman zaman başını gösteren bir Osmanlılık ideolojisinden alıyor.
Adına ‘Türk-İslam sentezi’ denilen bu ideoloji, Başaran’ın; ‘Ey güllere ve türkülere kızanlar!’ dediği insanlarca çok önceden planlanan, gerçekleşmesi için koşulların olgunlaşmasının beklendiği itiraf edilen bir darbe ile çöreklendi ülkemiz yaşamına.
Geldiler ve kıydılar güllere, türkülere! Bir karabasan gibi geldiler ve yaşamın her alanını (zaten demokrasisi, özgürlüğü, insan hakkı, adaleti azdı!) güzelliklerinden arındırmaya başladılar. Topluma ‘çekidüzen’ verildi, ‘sıkıdüzen’le. İşte bu ‘çekidüzen’i veren ‘sıkıdüzen’le gelen bir ‘sentez’i yaşıyor şimdilerde kültür, sanat, eğitim dünyamız. Ve bunun için körelmiş, utanç içinde, pes etmiş. Bunun için insanımız üzünçlü, küskün, yenik! Sinsi ve sistemli bir yangında, kanayan bir yara yani.
Bu yangının, bu yaranın, insanlar üzerindeki izleri (ölümler, idamlar, işkenceler, ayrılıklar, hapislikler, gurbetler, hukuksuzluk gibi), acıları, çalınan zaman, günlük yaşamın zehredilişi, sevinçler yaşanarak silinebilir diye düşünüyor ama düşüncemi, yaşanılana belleğin gücüyle direnmeli diye sürdürüyorum.
Düne bakarak görmeliyiz dünden gelen bugünü. (...)
Ve şuna inanıyorum: Aslolan yaşamdır!
Bu yaşam ki nice ‘uğursuz dönem’in insanlara dayattığı çirkinlikleri, güzelliklere dönüştürecek umutla doludur.
Bu yaşamı savunan, paylaşan, umut dolu insanların tükenmeyeceğini, tüketilemeyeceğini biliyorum. İnsana, tükenmek değil, inanmak ve çoğalmak yakışıyor çünkü...”