Miyase İlknur

İş inada bindi, sahura da kalacağız

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Rahmetli Doğan Avcıoğlu’nun politik literatürümüze armağanıdır “cici demokrasi” deyimi. Türkiye’deki parlamenter sistemi “sandıksal demokrasi” ya da “cici demokrasi” kavramlarıyla tanımlayan Doğan Avcıoğlu’na göre, bu sistemde halkın büyük çoğunluğu tutucu güçler koalisyonunun diktası altında yaşamaktaydı.
Sandığa atılan genel oy, bu tutucu güçler koalisyonunun diktasına göre biçimlenmekte ve sandıktan devamlı bu gericiler koalisyonu çıkmaktaydı. Dikta altındaki milyonların oyu, kendi oyu değil, şeyhin, ağanın, beyin, tefeci, aracı ve kompradorların oyuydu. Sandıksal demokrasi, ilericiliğin değil, gericiliğin aracı olmuştu. Cici demokraside önseçimlerde milli irade satışa çıkarılıyor, parayı veren düdüğü çalıyordu.
Demokrasinin sağcısının da solcusunun da paylaştığı, “halkın halk eliyle, halk için yönetimi” tanımının bizim “cici demokrasi” pratiğine uymadığını savunan Avcıoğlu, işbirlikçi sermayenin diktasına demokrasi etiketi yapıştırmanın yanlış olduğunu, cici demokrasi de en ileri iddialı partilerin, sandıktan çıkmayı başarsalar bile, sermaye diktasını yıkmakta aciz kalacaklarını söylüyordu.
Yukarıdaki saptamalarda Avcıoğlu’nun elbette haklı olduğu yönler vardı. O yıllarda nüfusunun yarıdan fazlasının kırsalda yaşadığı, feodal yapının kırılamadığı, bırakın sosyalist partileri CHP’nin bile “Allah’sız, kitapsız komünist” parti suçlamasına maruz kaldığı, Nurculuğun milli tarikat muamelesi gördüğü bir düzende, sandıksal demokrasinin milli iradeyi yansıtmadığı açıktı. Ayrıca Avcıoğlu’nun belirttiği gibi en ilerici partinin sandıktan çıkmayı başarsa bile sermaye diktasını yıkması şöyle dursun, tam tersine sermaye diktası sandıktan çıkan iktidarları alaşağı edebiliyordu. Ecevit’in 1979’daki hükümetini sermayenin stokçuluk, karaborsa ve TÜSİAD ilanlarıyla savaş açarak düşürmesi hâlâ belleklerde. Ancak bu olumsuz yönlerine karşın “cici demokrasi”de iktidarın sandıkla gönderilmesi mümkün olabiliyordu.
Ağa, şeyh, patron düzeninde bile seçimlere gidilirken iyi kötü hukuk işliyor, rekabet ahlakı yerlerde sürünmüyordu. Seçimlerden üç ay önce Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanları istifa ediyor, yerlerine dışarıdan atama yapılıyor, hükümet üyeleri seçim sathına girildikten sonra makam araçlarını kullanamıyor, tek kanal olan TRT’de en küçük partiye konuşma hakkı veriliyordu. “Cici demokrasi” diye küçümsediğimiz o güdümlü demokrasiyi bile arayacağımız aklımıza gelir miydi? “Dinci demokrasi” geldi, “cici demokrasi”yi mumla arar olduk.
2002’den bu yana dudak büktüğümüz sandıksal demokrasinin zaten eşit olmayan koşullarının adım adım iktidar lehine bozulduğu, 2010 referandumundan sonra hukukun da ırzına geçilmek suretiyle milli iradenin sadece iktidar partisinin galip gelmesi halinde işleyeceğini hep birlikte test etmiş olduk.
Anayasa değişikliğinin oylandığı 2010 referandumunda, o zaman mütteffikleri AKP’nin tezlerine destek veren, “12 Eylül cuntasıyla hesaplaşacağız şekerim” diye yürüyüşler yapan, AKP’yi bile kıskandıracak görkemde kampanyalar düzenleyen “Yetmez ama Evet”çi eski dostlarımıza, “Yapmayın, yargıyı iktidarın emrine verirseniz hiçbir güvencemiz kalmaz” dediğimizde aldığımız yanıt şöyleydi: “Aa, öyle yaparsa seçimlerde değiştiriveririz n’olcek?
Yahu yargıyı emrine verdiğin iktidar, YSK’nin hâkimlerini de atayacak. O YSK’ye mi güveneceğiz” diye sorduğumuzda ise çok uçuk örnekler verdiğimiz söyleniyordu. Geldik mi zurnanın zırt dediği yere. Şimdi döv dizini dövebildiğin kadar.
Çocukluğumuzda mahallede misket oynayan çocuklar arasında illa ki mızıkçı biri çıkardı. Yenilip bilyelerini kaybedince ya bilyeleri alıp kaçar ya da “Bana ne bunu saymıyorum, bilyeleri de vermiyorum, hadi bir daha” diye yeniden oynamak isterdi. AKP de bu mızıkçı çocuklar gibi, hem 24 Haziran seçimlerini hem de İstanbul için 31 Mart seçimlerini saymadı. Şimdi ne mi yapacağız? Bektaşinin yaptığını. Madem iş inada bindi, sonuna kadar gideceğiz.
Bektaşi oğluyla birlikte pazardan alışveriş yapıp eşeğinin sırtına yüklemiş eve dönüyor. Tam caminin önünden geçerken cemaatten tanıdıkları “Yahu Baba erenler, caminin önünden geçiyorsun, bari şu mübarek ramazan ayında bir-iki rekat namaz kıl” demiş. O da “nasılsa iki rekat kılıp çıkarız” diye düşünerek girmiş camiden içeri. Teravih namazı başlamış, bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Geriye dönüp cami önünde bekleyen oğluna seslenmiş:
Oğlum sen eve git, anana söyle iş inada bindi. Bu gidişle sahura geleceğim de şüpheli.”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Siyasetin finansmanı 16 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları