Ayşe Emel Mesci

Tarih, tiyatro, politika

25 Ekim 2021 Pazartesi

Anadolu’nun özellikle batı ve güney bölgelerindeki betonlaşmış, mimari açıdan üslupsuz kentlerin arasına serpiştirilmiş duran ve tarihin içinden bize bakan antik tiyatrolar hakkında sık sık düşünürüm. Ayakta kalmış duvarları, muhteşem seyirci kapasiteleri, mimarileri ve kusursuz akustikleriyle kat kat birikmiş bir geçmişin sessiz tanıkları olarak bize bir şeyler anlatmak isterler sanki.

Bu nedenle Yaşar Yılmaz’ın 2010’da yayımlanmış “Anadolu Antik Tiyatroları. 115 Antik Kent, 119 Tiyatro” adlı inanılmaz çalışması on yılı aşkın bir süredir başucu kitabı olarak vazgeçilmezlerim arasındadır.

TRAGEDYA

Antik tiyatronun kent yaşamı içindeki yeri sayısız incelemeye konu olduğu gibi, günümüze ilişkin çağrışımlar için de verimli bir zemin oluşturabilir. Kökleri bakımından belirli bir uygarlıkla asla kısıtlanamayacak bir sanat dalı tiyatro, ne olmuştur da tarihin belirli bir kesitinde ve belirli bir coğrafyada apayrı bir anlam kazanarak “tragedya” gibi bir tür ortaya çıkarmıştır?

Çünkü sonuçta yukarıda sözünü ettiğim antik yapıların da tiyatronun kent yaşamıyla bu denli bütünleşmesinin de başlangıç noktasında hep bu özgün tür, “tragedya” vardır.

“Göçmen” bir tanrıyı, Dionysos’u kutlamak için yapılan şenliklerin ayrılmaz bir parçası olan tragedyalar, kutsal ve kutsal-dışı alanlar arasındaki kesişim, etkileşim ve düşünsel evrim süreçlerinin insanlık tarihindeki en özgün örnekleri arasında sayılabilir. “Oidipus”, “Elektra”, “Antigone” gibi kahramanların zaman ve uzam sınırlarını aşan yolculuklarını sadece Batı’nın Rönesans ile birlikte köklerini antik Yunan ve Roma’da aramaya karar vermesiyle izah etmek yeterli olmaz. Jung’un “İnsanlığın kolektif bilinçaltı” diye yaptığı mitoloji tanımına koşut olarak, Antik tragedyalar için de “insanlık durumu”nun barındırdığı çelişkiler yumağının en konsantre, en billurlaşmış halleri denebilir.

POLİTİK BİR SANAT

Bunun altında, tragedyanın daha doğarken politik bir sanat olarak ortaya çıkması yatmaktadır. Dionysos kutlamaları içindeki yeriyle kentin “kutsal” alanında merkezi bir rol oynarken, mitolojiyi “tarihselleştiren” boyutuyla da doğrudan bilinçlere müdahaleyi içermektedir. Bu “yurttaşlık eğitimi” işlevinin farkında olan “polis” yönetimi bir yandan aktörlerin ücretlerini karşılar, diğer yandan da giriş ücretini ödeyemeyecek kadar yoksul yurttaşlara da fon ayırır. Ama tragedya mevcut kurumları kabullenip meşrulaştırdığı kadar sorgulamaktan da uzak durmaz. Kahramanların özgür iradeleriyle kaderleri, erdemleriyle suçları arasında sıkışıp kalmalarının, koroların bir dörtlükte akladıklarını bir sonraki dörtlükte eleştirmelerinin altında, kent agorasının özgür tartışmalarının ve bir geçiş döneminin henüz sonuca bağlanmamış çelişkilerinin etkisi hissedilir. Zaten tragedya kurgusunda “agon” (çatışma) ve “pathos” (acı çekme) temel öğeler arasındadır. Çünkü bir yandan mitos ve ritüellere uzanan kökleri bunu gerektirmektedir; diğer yandan da devletleşmesini tamamlamış sitelerde eski kan bağı aidiyetleri, eski kolektiviteler çözünüp yeni aidiyetler ortaya çıkarken yaşanan geçiş, çatışmalarıyla, acılarıyla ve sorgulamalarıyla tragedya sanatının insana dair benzersiz zeminini oluşturmuştur. Antik tragedyanın çağları ve sınırları aşan evrensel boyutunu insana dair bu güçlü özü oluşturur.

GÜNÜMÜZDE TRAGEDYA

Trajik form antikçağdan sonra da (Antik Yunan tragedyası şeklinde olmasa da) varlığını sürdürdü. Shakespeare tragedyaları da bir kopuş ve geçiş döneminin ürünleri oldular. Her şeyin metalaşacağı, içerdiği kullanım değeriyle değil, pazardaki değişim değeriyle tartılacağı “meta fetişizmi” çağının şafağında doğdular. Shakespeare tiyatrosunun çağıyla ilişkisi, tiyatro sanatının ve trajik formun tarih ve politikayla iç içe geçmişliğinin bir diğer örneğidir.

Peki, günümüzde trajik formun karşılığı var mı? Antik tragedyaların hâlâ en klasik biçeminden en modern yaklaşımlara kadar sahnelenebilmeleri, günümüz seyircisinin de “acıma ve dehşet tellerini titreştirebilmeleri” böyle bir karşılık, hatta gereksinim olduğunu gösteriyor. İnsanlığın parçalanmışlık hallerini anlamak ve aktarmak, manayı önemsizleştirmeyi değil, tarih ve politikayla iç içe kalmayı gerektiriyor. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları