Hemen her gün yeni bir faciaya uyanıyoruz. Yangınlar, kazalar, çöken binalar... Kıyamet sahneleri.
Kayıplar çok acı, insanın içini dağlıyor. Bu facialara yol açan ihmaller hem öfkeye hem de derin bir kaygıya yol açıyor. Ama bütün bunların ötesinde, burunlarının dibinde 78 can almış korkunç yangının ertesi günü komşu tesislerde kalıp kayak yapmaya devam edenleri, kurtarma ekiplerine oda açmak için para talep eden otelcileri görünce “Asıl kıyamet bu” diyor insan, tam bir toplumsal çürüme manzarası.
Bu uç noktalar aslında buzdağının en görünen, hemen göze çarpan üst kısmını oluşturuyorlar. Ama o buzdağının altı da var. Toplumun gözeneklerine derece derece, kademe kademe sızmış, sinmiş bir çürüme bu. Onun sonuçlarını yaşıyoruz hep birlikte. Ve bir şekilde bu süreç yavaşlatılmazsa, durdurulmazsa bugünleri bile arayacak noktalara geleceğimiz anlaşılıyor.
SANATÇI DURUŞU
Aydınların, özellikle de sanatçıların aydın ve sanatçı duruşlarını korumaları çürümenin önüne bir set çekilmesi açısından apayrı bir önem kazanıyor. Duruş derken siyasi bir tavır alıştan söz etmiyorum. Sanatçı duruşu olaylara, kişilere, süreçlere farklı bir duyarlılıkla bakmayı ve bu farklılığı her şeyiyle kamusal alana yansıtmayı ifade ediyor benim gözümde. Sosyal medya linçlerine var gücüyle katılan, o dille ortaklaşan sanatçıları görünce içim acıyor.
Benim dönemimde konservatuvardaki hocaları ve onların bu “duruş” konusunda ne kadar duyarlı ve ısrarcı olduklarını düşünüyorum: Max Meinecke, Melih Cevdet Anday, Yıldız Kenter, Haldun Dormen, Sabahattin Kudret Aksal, Ahmet Kutsi Tecer, Seyyit Mısırlı. Üstelik Darülbedayi’de Muhsin Ertuğrul’un yönetiminde ve ayrıca özel tiyatrolarda çalışma olanağı bulanlar, birçok ustanın yanında, ustaçırak ilişkisiyle ayrı bir eğitimden geçerlerdi ki bu da tiyatroda belirleyici bir yetişme yoludur. Bu yetişmede mesleğin incelikleri kadar, tiyatrocu duruşu, sanatçı duruşu da içselleştirilir.
Piyasa kurallarının ağır basması bu sistemde kaçınılmaz bir olay. Ama yine de tiyatroda ve genelinde sanatta farklı olmanın, farklı davranmanın, “vahşi kapitalizm”in dayatmalarına, kural tanımazlığına teslim olmadan ayrı bir etik sergilemenin yolları aranırsa bulunabilir.
EĞİTİM VE USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİ
Bu arayışta bizim mesleğimiz tiyatro açısından okullardaki eğitimin niteliğinin artırılması kadar, usta-çırak ilişkisinin korunması da ayrı bir önem taşıyor. Usta sanatçılarla birlikte pişmenin, onlardan adabı, disiplini öğrenmenin, sahneyi ikinci bir okul olarak yaşamanın da ifadesi olan usta-çırak ilişkisi, kurumsal bakımdan da can alıcı bir öneme sahiptir. Çünkü kuşakları birbirine bağlar, bir akıl zinciri ve ortak bellek, yazılı olmayan bir kurallar bütünü oluşturur. Tabii ki usta-çırak ilişkisi kavramını yeniliğe, eleştiriye kapalılık ve gençlere yer açmamak olarak yorumlamamak gerekir. Kuşaklar arası zincir, bir alışveriş olarak işlerse zenginleştirici olur. Ama bu alışveriş ancak o içselleştirilmiş adapla, yazılı olmayan kurallar bütünüyle, bütün bunların yarattığı sanatçı duruşuyla anlam kazanır. O duruşu yitirmek çürümenin önündeki setlerin iyice çökmesine, zincirin halkalarının kopmasına, kurumların giderek yıpranmasına yol açmaktan başka bir sonuç vermez.
Hem çağına tanıklık eden hem de geçmişiyle, gelenekleriyle bağlarını koparmadan yenilenmeyi arayan, eğitimini modernleştirse de usta-çırak ilişkisini koruması gereken bu sanatın ilişkilerinde hoyratlığa, kadir bilmezliğe, linç kültürüne hiç yer olmamalı.