Siyasetin muhalefet cephesinde ilginç bir “bilişsel uyumsuzluk” (cognitive dissonance: birbiriyle çelişen düşüncelere sahip olmak) var.
Bu, ünlü yazar F. Scott Fitzgerald’ın “Birinci sınıf zekânın göstergesi” olarak gördüğü “birbirinin zıddı iki düşünceyi aynı anda barındırarak yaşamını sürdürmeyi başarmak” becerisinden farklı bir durum. Çünkü muhalefet bu birbirinin zıddı düşünceleri birlikte barındırsa bile, yaşamına, bunları birlikte düşünerek devam etmiyor. Aksine, çoğu zaman yaşamına, yalnızca birine dayanarak, devam etmeye çalışıyor.
Bu durum daha çok Freud’un verleugnung (yadsıma) kavramını akla getiyor: İki düşünceden en ağrılı, travma yaratan düşünceyi bastırarak, konuşmaya/yaşamaya devam etmek!
İki zıt düşünce...
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın karşısındaki muhalefet, özellikle ana muhalefet partisi, seçimlere gidiş ortamının bileşenlerini açık ve doğru bir biçimde tanımlayabiliyor:
KHK, YSK vesayeti; yeni ittifaklar ve seçim sandığı, “güvenliğine” ilişkin yeni yasalar. Yeni seçmen kütükleri, ölmüş insanların seçmen yazılma olasılığı, seçmen sayısının çok üstünde basılan oy pusulaları. Terörizme (tanımının, iktidar karşıtı her şeyi kapsamaya başladığını da unutmadan) karşı mücadele ettiğini iddia eden sivillere getirilen yasal güvence. İleri derecede siyasileşmiş, adeta partizanbir polis örgütü. Özel güvenlik şirketleri. Bunlara ek olarak 15 Temmuz’da dağıtılan silahlar, kayıp silahlar. İktidar yanlısı lümpenlerin sosyal medyada yaygın biçimde paylaştıkları, ellerinde uzun namlulu silahlarla çekilmiş fotoğraflar. Muhtarlara Kalaşnikoflu eğitim.
Tüm bu konuları konuşmaya olanak veren medya alanının, Doğan Grubu’nun da el değiştirmesiyle neredeyse tamamen kapanması. AKP liderliğinin muhalefete kapanan bu medya alanını kullanarak toplumu kutuplaştırma taktiği. Büyük Millet Meclisi’nin artık işlevini yitirmiş, liderin fikirlerini onaylama kurumuna dönüşmüş olması... Hapishanedeki yazarları, öğrencileri de unutmayalım...
Muhalefetin liderleri bunları biliyor ama
bu durumu seçimlere gitmeden önce de
ğiştirmeye, en azından değiştirmek için mücadele etmeye, seçimlere bu koşullarda gitmenin sonuçlarını açıklamaya çalışmıyor. Adeta tam aksini yapıyor. Bu bilgisini bastırıyor, bu koşulları yok sayarak, seçimlerde yüzde 60 alacağız filan gibi fantezilere sarılıyor; seçimlere, her şey normalmiş gibi hazırlanıyor. CHP’nin 16 Nisan için planladığı eylemler, bu “bilişsel uyumsuzluğu” aşmaya yönelik bir başlangıç olabilecekler mi? “Adalet Yürüyüşü” gibi sönecekler mi? Göreceğiz.
Muhalefet, AKP liderinin toplumu sürekli kutuplaştırma taktiğine karşın, “yüzde 40 dolayında bir kararsızlar bloku” olduğu inancıyla, adaylarını, seçim kampanyasını, bu kutuplaşmayı aşmaya yönelik, bu yüzde 40’ı kapsayacak biçimde planlamaya çalışıyor.
İlk anda akla yatkın gelen bir yaklaşım bu. Ancak bu “kapsayıcı olma” taktiği, günün koşullarında hemen iki engele takılıyor. Birincisi: AKP liderliğindeki siyasal İslamın ilerlettiği “değişim süreci” içinde yerleşmiş “algısal kilitler.” Bu “algısal kilitler” kırmayan bir “kapsayıcılık”, “değişim sürecini” destekler, kutuplaşmayı (dindarlar ve ötekiler) sorgulayamaz. İkincisi, medyanın neredeyse tamamen iktidarın denetimindedir. Bu durumda “kapsayıcı olma taktiği” sesini nasıl duyuracak, bu kararsız yüzde 40’a nasıl ulaşılacaktır? İktidarın “kararsızları”, medya aracılığıyla etkileme çabasıyla nasıl rekabet edilebilecektir?
Bir kez daha vurgulayalım, yerleşik “algısal kilitleri”, verili koşulların koyduğu sınırları kabul etmek, bu koşulların amaçladığı sonuca daha baştan teslim olmaktır. Bu koşulların amaçladığı sonucu görmezden gelmeye çalışmak ise ciddi etik sorunları gündeme getirir.
Doğru olan bu koşulları açıkça tanımlayarak değiştirmek için mücadele etmek, bu mücadeleyi medya alanına tutsak olmadan yapmanın yollarını bulmaya çalışmaktır. “Umutsuz” mücadele koşullarına ilişkin Napolyon’a atfedilen ünlü bir sözü anımsayabiliriz: “Hele bir içine girelim sonra görürüz.”
Muhalefet cephesinde ‘bilişsel uyumsuzluk’ var!
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...