Müziğin gizemli halleri

04 Kasım 2020 Çarşamba

Bütün gün aynı odada, aynı klavyenin başında, aynı ekrana bakmışsınız. Kaç tane sanal ortam toplantısı yapılmış! Üstelik o gün her şey de ters gitmiş, evde kimseye güler yüz gösterecek haliniz yok. Gidip bir duş yaptınız ve hemen televizyonu açıp haberlere daldınız. Karşınıza hangi konu çıksa hayıflanıyorsunuz, içiniz yanıyor. Acaba bütün bunlardan kaçıp kendinize nasıl bir sığınak bulabilirsiniz? Bir yanda her an kapımızın önünde bekleyen deprem; İzmir depreminde yitip gitmiş canlar; sınırımızdaki savaşlar; para piyasasındaki vahim durum; siyasetçilerin borazan gibi sesleri ve çığ gibi büyüyen Covid-19 felaketi! Bu haberlerle tükenmişlik çöküyor üstünüze. Zaten çevrenizde öyle çok insan depresyonda ki giderek intihara varan vakalar da artıyor.

En iyisi bir müzik dinlemek, diyorsunuz: Ne gözüm yorulur, ne kafam.

Klasik Türk müziğinden bir beyit takılıyor dilinize:

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine; hasret kaldım gözlerinin rengine.”

Hayır, o denli derinlere dalacak haliniz yok.

Klasik Batı müziğinin büyük orkestrası için bestelenmiş yapıtlardan birisi, örneğin Çaykovski’nin 1813 Uvertürü, insanı diriltir diyorsunuz. Bir süre dinledikten sonra, o da fazla görkemli geliyor, o anda sizinle özdeşleşmiyor. Caz? Charlie Parker’dan bir saksofon doğaçlaması? Upuzun bir saksofon solo. Belki o mistik bir dilde konuşur sizinle. Yoksa Chopin’in noktürnleri mi olsa, ince ince içinize işlese.

Belki hepsini art arda dinleseniz, kendinizi bu ruh halinden kurtarabilir misiniz?

Eskiden sofralarımızda şarkılar vardı

Çocukluk günlerimi anımsıyorum: İnsanın müziğin içine girebilmesi için mutlaka bir profesyonel gibi çalgı çalması, beste yapması veya sesinin güzel olması gerekmezdi.

Haftada bir veya iki gece Arnavutköy’deki evimizde annem ve babamın arkadaşları toplanırlar, yemekten sonra eski şarkılar söylerlerdi. Herkesin kendi yaşamında iz bırakmış bir söz geçtiğinde, o kişi dizelerin arasında iç çeker, gözleri nemlenirdi. Bu şarkıların bestecilerini müzik tarihine merak sardıktan sonra öğrenecektim. Örneğin Hafız Post’un yürük semaisi “Gelse o şuh meclise/ Naz-ü tegafül eylese/ Rengi hicabı arızi meclisi gülgun eylese”, çocuk aklımda melodisi bambaşka sözcüklerle kalmış bir şarkıydı.

Sonra serhat türküleri başlardı: “Yine de şahlanıyor aman kolbaşının yandım da kır atı/ Görünüyor yandım aman bize serhad yolları.” Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminin ailelerinden biriydik. Bizim ebeveynimiz hem alaturka hem alafranga öğrenerek yetiştirilmişti.

Bir de Erenköy’de bitişik köşk bahçelerinde yaz geceleri yapılan daha profesyonel meşkler olurdu. Aralarında radyo sanatçısı solistler, konservatuvar hocaları ve sazendeler de bulunurdu. Komşular da onlara saygı göstererek usul bir sesle bu fasıllara katılmaya çalışırlardı. O şarkılar Itri’den, Ebubekir Ağa’dan, Dede Efendi’den, Hacı Arif Bey’den seçilirdi. Örneğin Itri’den “Esti nesim-i nev-bahar, açıldı güller subh-udem/ Açsın bizim de gönlümüz, sâki medet, sun câm-ı cem” bir solistle başlar, sonraki beyit koro halinde söylenirdi.

Bugün pek çok kaynaktan müzik dinleme olanağımız var. Ve yaşamımızda pek çok müzik türü, her müziğin de mutlaka kendi dinleyicisi, kendi keyfi var. Çocukluğumun o canlı, içten icraları ise hâlâ kulaklarımda. Müziğin gizemli halleri derinlerden içimize işlemiş, bizi hâlâ avutmaya çalışıyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Eski bayramlar 10 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları