Sevgili Zeynep Oral’ın geçen hafta 93. Dil Bayramı’nın kutlandığını anlatan Türk Dil Kurumu ile ilgili yazısı bana, 1978’de Türk Dil Kurumu’ndan aldığım “Radyo ve TV Dil Ödülü”mün öyküsünü anımsattı. Bu ödüle değer bulunduğumu bildiren mektup, kurumun genel yazmanı Cahit Külebi’den (1917- 1997) geliyordu. Onca yıl şiirleriyle yetiştiğimiz şair! Nice dizesini ezbere bildiğim Külebi:
“Sen yağmur sonraları toprağın tüttüğü o yerdesin,
Acıyeşilin güneşle oynaştığı o yerde.
Dokunduğu kıyıları ırmaklar bırakır gelir.
Sen gelmezsin! Senin yüce dağların var, kar suları iplik iplik çağlar gelir.
Kokusu çiğdemleri bırakır rüzgârın ardına düşer.
Sabahlar gecelerin bittiği yerden kopar gelir.
Sen gelmezsin!”
Doğal ki o gece heyecandan uyuyamamıştım.
Ben o sıralarda İstanbul Radyosu’nda (Elmadağ’daki o güzelim binada) “Çağdaş Müzikte Folklor” başlıklı haftalık radyo programlarımı hazırlayıp sunuyordum. Kullandığım arı Türkçe nedeniyle bu ödüle değer bulunmuştum. Benimle birlikte Çetin Altan (Bir Yumak İnsandeneme), Necati Tosuner (Sancı Sancı-roman), İsmail Uyaroğlu -Çocuk ve Şiir; Muzaffer İzgü (Donumdaki Para-öykü) ödül almışlardı. Dil Bayramı’nda, Ankara’daki Türk Dil Kurumu binasında yapılan törenle ödüllerimiz verildi. Herkes bir konuşma yapıyordu Çetin Altan hapisten yeni çıkmıştı. Durumuyla ilgili can alıcı bir konuşma yapmış, salon alkıştan inlemişti. Ona ödülünü TDK Başkanı Şerafettin Turan verdi. Her birimize ödüllerimizi TDK yönetiminden ayrı kişiler vermişti. Yargıtay başkanı Cevdet Menteş, Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı da doğal olarak oradaydılar.
Ben o yazarlarla birlikte bu ödül için TDK salonunda olmanın mutluluğunu hiç unutmadım. Ancak, sahneye çıktığımda öyle heyecanlıydım ki ne konuşacağımı bilmiyordum. Zaten İstanbul’dan gelirken yolda “Murat” arabamızın ön camı patlamış, korku geçirmiştik. Hazırladığım konuşma tümüyle aklımdan gitmişti! Oysa benden önce çıkan her bir yazar konuşmasında siyasete dokunduran cümleler kurmuştu. Hele benden önce Çetin Altan’ın yaptığı konuşma öyle alkış aldı ki ben mikrofona geldiğimde “Bu kız da nereden çıktı”, gibilerden baktılar. Ben de bir mesaj vermeliydim: Müzik yazarı ve radyoda müzik programcısı olarak Türkçede “müzik terimleri sözlüğü” hazırlanmasını öneren bir konuşma yaptım. En azından konser programlarındaki ve radyolardaki dinletilerde “andante”nin “ağır tempo” olduğunu öğrenirdik. Ne yazık ki bu dileğim hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmedi.
‘Uruk’ yasak sözcükmüş
Ama bakın ne oldu: Sonraki dönemde öz Türkçeden tedirgin olan TRT’deki yetkililer benim hazırladığım her radyo programını daha ayrıntılı bir şekilde denetlemeye başladılar. Bütün yapımcıların metinleri denetimden ufak tefek uyarılarla geçiyordu. Ancak benimkinde mutlaka “uygunsuz” kelimeler arayıp buluyorlar, hatta eğer gözden kaçmışsa son dakikada yayını bile durdurabiliyorlardı.
Bir gün bu denetimler sırasında “uruk” diye bir sözcük geçtiğini sanıp “Uruk yasak” diyerek programın yayından kalkacağı haberi geldi.
Aslında öyle bir sözcük yoktu! Anımsar mısınız? Eski daktilolarda o kurdele bant aşındı mı yazıda yer yer silik vuruşlar ortaya çıkardı. “F” harfi’nin üstü aşınınca sözcük yarım çıkmış ve alfabede olmayan bir harf oluşmuştu. O sözcük “ufuk” olacağına “Uruk” olmuş!
Uzun yıllar denetçilerle aramızda denge bulmaya çalışarak yazdık programlarımızı.
Sen misin Türk Dil Kurumu Ödülü’nü alan!