Önceki gün 1 Mayıs’tı. Hani uzun yıllar önce işçilerin ürkek şekilde kutladığı, onların dışındakilerin ilgilenmediği, yöneticilerin “bilinen solcuları bir gün önceden gözaltına aldırdığı” 1 Mayıs var ya ondan söz ediyorum.
O günü 2009 yılında bir yasayla AKP iktidarı resmen bayram olarak ilan etmişti. Biz de nihayet 1 Mayıs anlamına kavuştu diye sevinmiştik.
Oysa dünkü gazetelerin verdiği haberler Anadolu’nun birçok şehrinde bayram olarak kutlanan 1 Mayıs’ta İstanbul’un polis ablukası altında olduğunu söylüyordu. Metrolar işlemiyor, yollar kapatılmış, şehrin en canlı yerleri sokağa çıkma yasağını yaşayan bir sıkıyönetim dönemi gibiydi. Nitekim tıpkı eskiden olduğu gibi 92 sosyalist, 1 Mayıs’tan bir gün önce, halktan da 409 kişi 1 Mayıs günü gözaltına alınmıştı.
Dahası tüm bunlar AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışında bulunması söz konusu CHP’lileri hayvan yerine koyduğunu gösteren sözler sarf etmesinden bir gün, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hukuksuz olarak Silivri zindanına atılmasından 43 gün sonra yaşanıyordu.
Erdoğan, “Bakalım cumhurbaşkanlığı adaylığı hedefi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek?” demişti.
Şimdi aynı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir belediye başkanı olduğu yıllara gidelim. Kendisi, eşi Emine Erdoğan’ın memleketi Siirt’e gitmiş, halka hitap ederken Cevat Örnek isimli bir şairin, “Minareler süngü/ Müminler asker” mısralarını içeren şiirini okuduğu için açılan dava sonucunda 10 ay hapse mahkûm olmuştu.
Erdoğan karardan kendini kamuoyu önünde savunmak için bir basın toplantısı düzenledi ve aynen şunları söyledi:
“Ülkemizde demokrasi şekli, gittikçe bir seçim metoduna dönüştürülmektedir. Halbuki demokrasi, seçimin varlığı kadar yargı ve yargıç bağımsızlığı demektir. Eğer bu iki bağımsızlık çiğnenirse demokratik bir görüntü altında baskıcı bir düzen kurulmuş olur.
Kuşkusuz benim hakkımdaki bu karar tek örnek değildir. Aynı zamanda Türkiye’nin aydınları, fikir adamları, sanatçılar ve başka siyaset adamları da benzer haksız suçlamalarla yargı önüne çıkarılmış ve bazıları mahkûm edilmiştir. Oysa bizim de en az gelişmiş ülkelerin insanları kadar özgür olmaya hakkımız vardır.
Benim ülkemin insanı, aziz milletimin bütün fertleri Türkiye’de doğmuş olmanın bir ceza, kötü bir kader olmadığını, kendi hakkının, kendi haysiyetinin dünyanın başka yerlerinde doğan insanlardan hiç de az olmadığını özgürce haykırabilmeli ve düşüncesini korkusuzca açıklayabilmelidir. Hukuk herkese lazımdır. Hukuk kişilere, zümrelere, kurumlara tabi olmayan evrensel bir değerdir. Hukuk aynı zamanda çağdaşlığın ve medeniyetin bir ölçüsüdür. Hukuk ekmeğini arayan işçinin, özgürlüğünü talep eden öğrencinin istikbalini arayan milletin ve güçlü bir devlet olmanın yegâne güvencesidir. Ancak hukukun siyasallaşması ve yargının siyasete alet edilmesi demokrasiyi yaralar. Demokrasi hukuksuz yaşayamaz. Özgürlüklerin teminatı olamaz. Hürriyetlerin kullanılamadığı bir demokrasi düşünülemez ve hürriyetler ancak hukuk yoluyla garanti altına alınabilir. Çünkü hukuksuz demokrasi, halksız bir demokrasidir. Türkiye’de buğun gelinen noktada demokrasinin gelişmesine ve hürriyetlerin artırılmasına ihtiyaç vardır.
Fakat ülkemizde tam tersini gözlüyoruz. Bugün Türkiye hızla içine kapanmakta ve milletin iradesi görmezden gelinmektedir.”
Tüm bunları göz önüne alınca şu söz akla geliyor:
“Nereden nereye?”