Bu ülke, gerçekten hepimizin mi?
Sokakta, kurumda, okulda, devlette, iş yerinde hep aynı ölçüt kullanılıyor sanki: “Bizden misin?” Cevap “hayır” ise bir eşik kapanıyor, bir hak gölgeleniyor, bir sınav anlamsızlaşıyor… Hayat, kendi doğal akışında değil, görünmez bir eleme mekanizmasının çizdiği patikada ilerliyor.
Oysa insanın hangi anadan babadan doğacağına bile kendisinin karar veremediği bir hayattan söz ediyoruz. Kimden, hangi ailede, hangi çevrede dünyaya geleceğimizi biz seçmiyoruz. Doğduğumuz yer de, içine düştüğümüz kimlik de bir tercih değil; bir rastlantı. Ama biz, bu rastlantıyı bir üstünlük ölçüsüne, bir eleme kriterine dönüştürmekte hiç zorlanmıyoruz.
Toplumun ruhuna işleyen bir alışkanlık. Aidiyetin, liyakatin önüne geçtiği; yakınlığın, ehliyetten daha kıymetli olduğu problemli bir zihinsel iklim. Sanki modern devlet rüyasının üzerine, eski kabile hafızası ince ince serilmiş gibi…
Oysa ne insanlar tek renkten, ne de toplumlar tek sesli. Hayat bu kadar siyah beyaz değil. Ama biz, yılladır, “bizden-olmayanlar”ı birer tehdit gibi kodlamayı seçiyoruz. Sanki hepimiz aynı kökten, aynı inançtan, aynı meşrepten olmak zorundaymışız gibi… Sanki çeşitlilik zenginlik değil, tehlikeymiş gibi.
Peki neden?
Neden yalnızca bize benzeyeni kutsayıp, bizden olmayanı dışlıyoruz, niçin farklı olanı sevmek, anlamak, hatta sadece dinlemek bile bu kadar zor geliyor bize? Belki de cevabı teoride değil, gündelik hayatın sıradan pratiklerinde aramak gerekiyor. Çünkü bu zihniyet en çıplak hâliyle, günlük ilişkilerimizde ve kurumların işleyişinde kendini ele veriyor.
İş yerlerinde çalışanların hatırı sayılır kısmının patronun ya da üst düzey yöneticilerin akrabası, hemşehrisi, köylüsü ya da aynı çevreden “tanıdıklar” olması tesadüf mü?
Bir belediyede ilan açılmadan önce kimin alınacağının zaten biliniyor ve kulislerde konuşuluyor oluşu… Ne yazık ki bu durum yalnızca belediyelerle sınırlı değil; merkezi idarenin çeşitli birimlerinde, kritik kadrolarda, seçici sınavlarda da hangi unvanın kime “uygun” görüleceği, daha süreç başlamadan belli oluyor.
Farklı siyasi partiler, ülkeyi paylaşan topluluklar olmaktan çıkıp birbirinin varlığını tehdit gibi gören kapalı kabilelere dönüşüyor. Bu ötekileştirme eğilimi, aynı parti içinde de sürüyor: En küçük aykırı söze, en ufak eleştiriye tahammül yok. Eleştiren “hain”, soru soran “muhalif”, sorgulayan “bizden olmayan” ilan ediliyor.
***
Bu keskin ayrımın bugünün öfkesiyle değil, yüzyılların tortusuyla şekillendiğini kabul etmeden ilerleyemeyiz. Çünkü “bizden olan–olmayan” düalizmi, bu toprakların en eski reflekslerinden biri. Devletin kapısından gündelik hayatın en küçük alanlarına kadar uzanan o görünmez çizgi, aslında modernlikle tam olarak buluşamamış bir toplumsal mirasın devamı. Sadakatin, kurala ve ehliyete üstün tutulduğu kapıkulu düzeni; cemaatçi ilişkilerin devletten önce geldiği bir tarih; kimliğin bireyden çok topluluğa sabitlendiği eski alışkanlıklar… Tüm bunlar zihnimizin derinlerinde ilk günkü canlılığıyla yaşıyor.
Toplumsal güvenin kurallarla değil, ilişkilerle kurulduğu bir kültürde farklı olana mesafe, neredeyse içgüdü haline geliyor. Temel sorun, aidiyeti liyakatin önüne koyan kültürel kalıp. Bu kalıp, kapıyı açarken kurala değil, tanışıklığa bakıyor; bir görevi ehline değil, yakın olana teslim ediyor; farklı fikre değil, “bizden olana” alan açıyor.
Halbuki modern devlet tam tersini gerektirir: Kişiye göre değil kurala göre işleyen bir düzen, duygusal yakınlıkla değil nesnel ölçütlerle, soğukkanlılıkla alınan kararlar, kimlikler arası mesafenin değil ortak yurttaşlığın tanımladığı bir toplumsal birlik…
Çeşitliliğin doğal bir şekilde varolduğu bir toplumda yaşarken çeşitliliği bir “güvenlik açığı” gibi görüyoruz.
İşin en çetrefilli yanı ise şu: Bu ayrım sadece iktidarın, siyasetin, devletin sorunu değil. Gündelik hayatın içine sızmış; dost seçimlerimizden işe alım süreçlerine, yönetici tercihinden okul seçimlerine kadar her yere yayılmış durumda.
NEPOTİZM
Tanışıklığın bilgiye, aidiyetin ehliyete, sadakatin uzmanlığa üstün tutulduğu o kadim ve arızalı düzen… Nepotizm de diyoruz. Torpil, iltimas… Pratiği yüzyıllardır hayatımızın içinde.
Âşık Mahzuni Şerif’in ağıt yaktığı kader bugün hala milyonların ortak deneyimi:
Kurban gelir payın yoktur
Haftan yoktur, ayın yoktur
Ankara'da dayın yoktur
Mamudo kurban niye doğdun?
.
.
.
Akar yaşın şakır şakır
Tahta döşek takır takır
Ölüler senden rahattır
Mamudo kurban niye doğdun?
Nepotizm, sadece haksızlık üretmekle kalmıyor; haksızlığı sıradanlaştırıyor. İnsanlar bir süre sonra “işler zaten böyle yürür,” diyerek bu düzeni içselleştiriyor. Bu içselleştirme, tüm çöküşlerin başlangıcı. Çünkü o noktada artık yetenekli olan geri çekilmeye, çalışkan olan küskünleşmeye, hak eden kendini oyun dışında bulmaya başlıyor. Haksızlığın sürekliliği, haklı olmanın değerini azaltıyor; liyakat, bir ideal olmaktan çıkıp nostaljik bir masala dönüşüyor.
Modern yönetim teorisinin kurucularından Max Weber, devletin kişisel sadakate değil, ancak kurallara dayanan bir akılcılıkla ayakta kalabileceğini söyler. Oysa bizde hâlâ “Bizim çocuk halleder,” ilkesi işliyor. Bu zihniyet, en kritik kurumları bile duygusallığın ve yakın çevre ilişkilerinin insafına bırakıyor.
Bir hastanede uzmanlığın yerini referansın alması, bir belediyede liyakatli kadroların yerini “bizden olan” kontenjanlarının doldurması, bir kamu kurumunda sınav birincisinin mülakatta elenmesi…
Nepotizmin yarattığı tahribat şöyle özetlenebilir: Kayırılan kişi koltuğa oturur, evet; ama o kurum ayağa kalkamaz. Çünkü kuruma güç veren koltuk değil, o koltuğu dolduran bilgidir, yetenektir, deneyimdir, ehliyettir.
***
Bu çöküşün en görünür olduğu anlar, kriz anlarıdır. Depremde, uzmanlığı olmayan yöneticilerin afeti “yönetmeye” çalıştığını gördük; pandemide bilimsel bilgiyle ilgisi olmayan karar vericilerin toplumsal riskin boyutunu kavrayamadığına tanık olduk; ekonomik krizlerde teknik bilgiden yoksun kadroların ülkenin geleceğini aylık denemelere dönüştürdüğünü yaşadık, yaşıyoruz. Daha dün, Kartalkaya’daki otel yangınında, yangın algılama sistemlerinin çalışmaması, yapılmayan denetimler, zorunlu güvenlik önlemlerinin eksikliği yüzünden 78 canı kaybettik… Öğrenci yurdunda çatıya eklenen kaçak yapının tetiklediği yangınlar, maden faciaları, iş cinayetleri… Ne ilk ne de son… Saymakla bitmeyecek kadar çok…Bütün bu tablo bize, sorunun yanlış insanların, yanlış sorumluluklarla donatıldığı bir sistem olduğunu söylüyor.
Arthur Miller’ın söylediği gibi; “Kurbağayı koltuğa oturtsan da o yine çamura atlar.”
Ya da Shakespeare’in. “Liyakat olmadan kazanılan, müstahak olmadan kaybedilir.”
Yanlış kişinin oturduğu her makam, toplumun ortak aklından bir parça eksiltir. Liyakat çöktüğünde devlet de sessizce çöker; kimse ilk çatırtıyı duymaz. Devletin aklı devreden çıkınca ülkenin ortak geleceği, kişisel ilişkilerin dar koridorlarına sıkışır.
Nepotizmin, kayırmacılığın, “bizden olanlarcılığın” bu ülkede kökleri eskiye dayanır evet ama hiçbir dönem bugünkü kadar görünür, kurumsal ve sistematik hale gelmemiştir. Bu ölçekte kurumsallaştığı, kamusal hayatın tüm hücrelerine yerleştiği başka bir dönem hatırlamak zor…
İş konuşmaya gelince her siyasetçi, liyakattan dem vurur; bizden olana-olmayana bakılmadığını iddia eder. Ama karar anlarında bu sözler sessizleşir ve orada yalnızca “kime ne kadar yakınsın” sorusu yankılanır.
Bugün Türkiye’de Kartal İmam Hatip mezunu olmak, Galatasaray Lisesi, Robert Koleji ya da Kabataş Lisesi mezunu olmaktan daha geçer akçe hâline geldiyse, sorun bir okulun diğerinden iyi olması değildir; sorun, liyakatin yerini kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde ideolojik yakınlığın almış olmasıdır.
Hukuk fakültesine baytar, konservatuvara, strateji kurumlarına ilahiyat mezunu, afet yönetimi kurumlarının başına yer bilimleriyle ilgisi olmayan kişiler atanabiliyor. Üstelik bu örnekler münferit değil.
Bir dönem cemaat soruları çalarak kendi ağını acımasızca kuruyordu. Mekanizma gizli kapaklı yürütülüyordu. Peki dünden bugüne sözlü mülakatlarla, “referans mektuplarıyla”, “hamili kart yakınımdır” mesajlarıyla olağan bir idari pratik gibi işleyen mekanizma?
Bu düzen en tehlikeli etkisini “duygusal kopuş”ta yaratıyor. “Ankara’da dayısı olmayan” milyonlar, yıllardır bu devlete emek veren, vergisini ödeyen, okuyan, çalışan, üreten gençler… Her biri, gün geçtikçe kendi devletine yabancılaşıyor. Sorun yalnızca iş bulamamak değil; mesele, görülmemek, duyulmamak, karşılıksız kalmak. İçten içe aynı soruyu soruyorlar: “Bu ülkede gerçekten bir yerim var mı?” İşte beyin göçü tam da bu sorunun cevapsız kaldığı yerde başlıyor. Ekonomi bir gerekçe olabilir; ama asıl itici güç, adalet duygusunun ağır ağır çürümesidir. Kendisini bu toprağın bir parçası olarak hisseden gençler artık başka ülkelerin sınırlarından yalnızca fırsat değil, adalet ve değer bekliyor.
***
Liyakat çözülünce herkes “uzman” kesilir, herkes “kanaat önderi” olur, herkes her şey hakkında konuşur ama kimse işini düzgün yapmaz. Mesleki etik, kurumsal hafıza ve profesyonel sorumluluk yok olur; geriye yalnızca kişisel sadakat ağları kalır.
Oysa biliyoruz: Normal demokratik ülkelerde iktidarlar, ülkenin ekonomik ve beşeri sermayesini rasyonel biçimde kullanır. Yatırımlar bilimsel önceliklere göre yapılır. Kurumların başına o kurumun yükünü taşıyabilecek insanlar getirilir.
Devlet ideolojik bir alan değil, profesyonel bir organizma olarak yönetilir.
Ezcümle; bir ülkeyi ayakta tutan şey “bizden olanlar”ın kalabalığı değil, ehliyet sahibi çoğunluğun doğru konumlardaki varlığıdır. Liyakat yoksa adalet rastlantıya dönüşür; adalet yoksa aidiyet çözülür; aidiyet çözüldüğünde ise geriye ne devlet kalır ne gelecek.