Nişantaşı ‘Baba’ Filmini Solladı

27 Aralık 2014 Cumartesi

Baba ne ki?
Biz Don Corleone dehşetini çarşamba gecesi misliyle yaşadık.
Sofradan henüz kalkmamıştık…
Dendiği gibi, demek saat henüz on değil…
21.45 falan olmalıydı. Birden gök gürültüsü, bir bombardıman gibi odaya dolan bir ses duyduk. Eşimle birbirimize baktık ve kendimizi pencereye attık.
“Valikonağı”nın hâlâ “mahalle havasında” kalan en kendi halinde ve sakin köşelerinden birisi(ydi!) burası.
Öyle ki karşımızda bize hâlâ her gün taze sebze-meyve-günlük yumurta getiren “Hacı”nın kaptıkaçtısı duruyor.
Kaptıkaçtının yanında “Nişantaşı’nın en iyi simitçisi” olarak nam salan simitçimiz, yılbaşı öncesinde süslenen “mahalle berberimiz” Bozo görünüyor.
“Bozo” ve “Hacı”nın arasında ise yeni açı-lan bir “Yeni Türkiye” et lokantası, “Gürkan Şef” göze çarpıyor.
“Gürkan Şef”in kaldırımda, müşterilerle dolu terası, yanıp sönen yılbaşı ışıklarıyla göz dol-duruyor.

Yaşanan, sanal değil gerçek
Sağır edici o gürültünün ardından biz pencereye vardığımızda, bu “kare” donmuş gibiydi.
Önce gözüm Hacı’ya ilişti.
Yılbaşı üstü olduğundan geç saatlere dek yerinde olan seyyar satıcı “Hacı”, alelacele minibüsüne attığı pırasalarını topluyordu…
Kaldırımda insanlar bulundukları yere çakılmış gibiydi.
Önce o gürültünün ardından gelen bu sessizliğe şaşırdığımı hatırlıyorum.
İlk anda bağıran çağıran olmadı.
Sonra herkesin baktığı yöne gözlerimi yönelttim.
Pencereden eğilince, az ileride “Ahenk” Apartmanı tarafında yerde yatan iki kişiyi kuş-bakışı gördüm.
Sırtüstü düşen şahsın etrafında bir kan gölü olmuştu.
Etrafında, sanki kendi kanından vücudunun şeklini çizen bir hat oluşmuştu.
Hemen yanda dizleri bükülen diğer kişi de, anne karnında gibi bir pozisyon almıştı.
Tabloyu görünce olayın “mafya meselesi” olduğunu anladık.
Aklıma o anda Hollywood’un bir numaralı “mafya klasiği” “Baba”da Don Corleone’ye düzenlenen meşhur suikast sahnesi geldi.
Don Corleone, tesadüf bu ya, geçen gece-ki gibi tam bir Noel akşamı, her zamanki manavından meyve almak için durup arabadan iner.
Ama kendisini gölge gibi takip ederek yolunu kesen “2 tetikçi” tarafından tabancayla taranır…
“Valikonağı infazı”ndaki fark şu ki, “kurban”lar burada tabancayla değil düpedüz “makineliyle” taranmış.
Pusuda iki tetikçi, kırmızı bir Renault-Clio ile “kurbanları” takip ediyor.
Sonra biri arabadan inip yanlarına sokuluyor ve hedef aldığı kişilere kurşun yağdırıyor. Ve gene yürüyerek arabaya binip olay yerinden uzaklaşıyor.
Bunları sonra internetteki Mobese görüntülerinden izliyoruz.
O ölçüde profesyonel ve soğukkanlılar. Coppola’nın “Baba”sı halt etmiş yani!
Coppola’nın düş gücüyle, Nişantaşı infazının en benzeşen tarafı, arkadan yaşanan büyük şok ve insanların paniği…
Aynı o Hollywood karesindeki gibi bir süre kimse yerinden kıpırdayamadı.
Sonra bir kadın çığlığı duydum. Ve “Baba” diyen bir başka ses…
Don Corleone suikastına bire bir tanık olan oğul Fredo’nun “Baba”nın bedeni yanında tıpkı “Baba, Baba” diye ağlaması gibi…
Ama bizim yaşadıklarımız çok yazık ki sanal değil bire bir gerçek.

Şiddet evimize girdi
Bana sonsuz gibi gelen bir zaman dilimi süresince, artık hiçbir hayat işareti vermeyen iki insan, bir kan banyosu içinde öylece kaldırımda yattılar.
Ambulanstan önce, farlarını yakan koyu renk sivil bir araba hızla kaldırıma yanaşıp “kurban”ları aldı ve götürdü…
Daha sonra polisler ve ambulans sirenleri duyulmaya başladı.
Karşımızdaki et lokantası boşaldı. Işıklar karardı. Ama gecenin geç saatlerine dek, polis ablukasında kaldı.
Caddenin trafiğe kapandığı gece yarısını aşan anlarda, Valikonağı devasa bir polis üssüydü. Yaralıların götürüldüğü bir sokak ötedeki Amerikan Hastanesi’nin civarı ise TOMA’lar, çelik yelekli çevik kuvvet ekipleri ve görgü şahitlerinin anlattığı üzere yeraltı dünyasının adamlarıyla çevrilmişti.
Ertesi sabah Valikonağı sakinleri arasında en sık dile getirilen cümle şuydu: “Artık burada kimin kim olduğunu bilmiyoruz!”
Şiddet bir gecede oturma odalarımıza ve yemek odalarımıza girmiş; yaşadığımız “mahalle” herkesin birbirine kuşku, korkuyla baktığı bir yer olmuştu.
En son bu hissi “ne zaman yaşadığım”ı düşünürken aklıma 1979 yılının meşum “1 Şubat” gecesi geldi.
O zaman adı “Emlak Caddesi” olan “Abdi İpekçi”de oturuyordum.
Akşam haber saatine doğru telefonda “komşum” Cem Boyner’le konuşurken konuşmamız silah sesiyle kesilmişti.
Ahizeyi bırakıp cama koştuğumda, apartmanın karşı çaprazında karanlıkta bir arabanın elektrik direğine çarpmış olduğunu görmüştüm.
Arabada Milliyet’in efsanevi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi vardı.
İpekçi’yi Türkiye’nin bir numaralı profesyonel “tetikçisi” Ağca vurmuştu.
O zaman da gene böyle sahipsizlik, güvensizlik, kanunsuzluk duygusu alıp başını gitmişti.
Türkiye en beklenmedik anda, zamanı 35 yıl geriye sarabiliyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları