"İslam inkılabının ana kanun maddesi şudur: Bütün kanunlar Allah’ın emirlerine uygun ve bağlı olarak insani selim duygu ve düşünceye dayanır. Ve Allah’ın kanunlarına karşı akli, ruhi, ilmi hiçbir itiraz ve temyiz bulunamaz.
İslam inkılabı gerçekleştirildikten sonra, hâkimler artık ‘Her şey, her düstur, Allah’ın emirleri içinde olacaktır’ ilkesine göre karar vereceklerdir.”
Bu satırları Atahan Ünal’ın çok yakın zamanda yitirdiğimiz Altan Öymen’le gerçekleştirdiği “Kuşaklar Arası” isimli nehir söyleşisinden aldım.
Ünal, Öymen’e “2017’de yapılan rejim değişikliğini nasıl değerlendirdiğini” soruyor, Öymen 2017’de rejimin “fiilen” değiştirildiğinin altını çiziyor. Şu anki yönetim sisteminin, mutlakiyet dönemlerindeki padişahlık sistemine benzediğini, bu itibarla mevcut durumu “cumhuriyetçiliğimizin bir evresi olarak değerlendiremeyeceğini” belirtiyor.
Diğer deyişle “cumhuriyet döneminin dışına çıkan bir evreden” söz ediyoruz.
Filin tarifine benzeyen bu adı konmamış, belirsiz sistem, “neyin nesidir diye sorarsan” diyerek devam ediyor 20. yüzyılın ikinci yarısından 21. yüzyılın ilk çeyreğine dek tarihin tanıklığını yapan usta gazeteci Öymen ve Necip Fazıl Kısakürek’in “başyücelik modeli”ne atıf yapıyor.
Laik kesimlerde gereğince ilgi görmeyen ve incelenmeyen bu “başyücelik sistemi”nin AKP iktidarının ilham kaynağını oluşturduğunu, bunun damardan bir “siyasi İslam modeli” olduğunu anlatıyor.
1940’LARDA TETİKLENMİŞ
NFK’in özetle 1940’lar sonundan başlayarak adalet sistemi, kadın hakları, basın özgürlükleri, dış politika bağlamında kurguladığı karşıt rejim ilkeleri, kuralları ile bir geniş programın ana hatlarını belirlediğini, bunu bir “başyücelik devleti” olarak tanımladığını ve “başyüce devlet başkanı” yetkilerinin de her alanı kapsayacak denli geniş tanımlandığını ifade ediyor. Ardından NFK metinlerden alıntılar yapıyor.
“Başyüce”nin, “terbiye, edep, zevk, güzellik” gibi başlıklar dahil olmak üzere her konuda yaptırım getiren sınırsız yetkilerle donatıldığı sistem mucibince, “başyücelik emirleri” doğrultusunda “felaket” tabir edilen “matbuat hürriyeti”nin “men edilmesi” uygun bulunuyor.
“Heykel”, “putçuluk” kontenjanından baş yasaklar arasında sıralanıyor.
“Çocuksuz insana hayat ve saadet hakkı” tanınmıyor.
Buna karşın “büyük ümmet hedefi" çizgisinde “üreme” ve gereğinde “vatan gölüne dahil edilmek üzere sınır dışından göçle nüfus artışının teşviki” öneriliyor.
Öymen, 1950’ler başından itibaren ilkeleri ve kuralları ile kamuoyuna duyurulan bu projenin (ABD’de bugün Trump sağına yol gösteren “Project 2025” misali gibi tıpkı!) bir ideolojik kaynak ve pusula, rehber oluşturduğuna dikkat çekiyor.
‘İSLAMA AYKIRI KANUN KALKACAK’
Bunları, kadınların, Medeni Kanun’da tanınan eşit miras hakkının karşısına çok kesin ve sert bir dille şeri hükümleri getirip dayatan Diyanet’in son hutbesi ile hatırladım.
Öymen’in işaret ettiği gibi başyücelik sistemine adım atmamış olsak, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, anayasa güvencesindeki Medeni Kanun boyunduruğuna böyle tek başına meydan okuyabilir mi?
“Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahi adalete aykırıdır” sözleriyle laik düzeni doğrudan hedef alabilir mi?
“İlahi adalet” ile “hukuk devletinin bel kemiğini oluşturan laik adalet düzenini” 180 derece karşı karşıya getirebilir mi?
Demek yüz yıl tanığı Öymen’in haberciliğini yaptığı üzere, köklü bir değişim, dönüşüm içerisindeyiz.
Bu, öyle sıradan bir hutbe değil.
“Giyinik çıplaklar” sözleriyle keza gene hedef alınan kadınların giyim özgürlüklerine yönelik 15 gün önceki işaret fişeği hutbe ile yan yana getirildiğinde, hafife alınmayacak bir dönüm noktasına gelindiği anlaşılıyor.
Diyanet’in “kul hakkı” buyruğu uyarınca -erkek aile bireylerinin baskısıyla- eşit mirastan mahrum bırakılan kadın, mahkemelerde nasıl bir ortam ve tabloyla karşılaşacak?
Yasalar çerçevesinde kadının medeni haklarını korumak ve kollamakla mükellef mahkemeler de bundan böyle “ilahi adalete” karşı mı çıkmış sayılacak? Diyanet İşleri’nin “kul hakkı kriterleri” mucibince yoksa, mağdur durumdaki kadına “Hadi git amcanla, dayınla, kardeşlerinle anlaş. Bizi meşgul etme!” mi denecek?
Necip Fazıl’ın “Başyücelik ideolocyası”nda serd ettiği üzere hâkimler de artık “Her şey, her düstur, Allah’ın emirleri içinde olacaktır” ilkesine geçiş mi yapacaklar? Gelecek hutbeler bunu mu hedefleyecek?
90’lı yıllarda Abdullah Gül, daha Refah Partisi genel başkan yardımcısıyken yaptığımız bir söyleşide bana doğrudan “İslama aykırı kanun kalkacak” diyerek eklemişti:
“Türkiye de geçerli kanunlar arasında, İslama aykırı olan da var olmayan da. Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak!”
Kimse şimdi “takiye” falan demesin.
Siyasal İslamcılar kendilerini hiç gizlemedi.
Kazanılan haklara gereğince sahip çıkmayan, çıkamayan... maalesef ki laik kesimler oldu.