“Cesur bir adım atalım ve ona (Cumhurbaşkanı Erdoğan’a!) bire bir ilişki temelli gereksinim duyduğunu verelim. O nedir? Meşrutiyet!”
ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın dillere pelesenk olan sözlerini, Cüneyt Özdemir’in YouTube kanalında bir muhabir böyle aktardı:
“Meşruiyet” yerine, “meşrutiyet”!
Özdemir de tıpkı benim gibi önce genç muhabirin bir dil sürçmesinden kaynaklı “meşruiyet” yerine “meşrutiyet” dediğini düşündü ve üstünde durmadı. Ancak muhabir hatayı yineleyince, düzeltme gereksinimini hissetti: “Meşrutiyet değil meşruiyet!”
Mesleğe taze başlayan bir gazeteci dahi “meşruiyet-meşrutiyet” kavramlarını karıştırıyorsa, ABD büyükelçisinin günlerdir konuşulan skandal beyanlarının, sıradan seçmen üzerindeki etkisi sınırlı demektir.
Harfler belli ki kafaların içinde dans ediyor; “meşruiyet/meşrutiyet”i karıştıran, gerçekte iki kavramı da bilmiyor.
Şöyle, “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmacılarını gözünüzün önüne getirin. Çok büyük olasılıkla böyle bir soru karşısında çuvallayacak, stüdyoya sormak isteyecek veya joker hakkını kullanmak isteyecektir.
HAK, HUKUK, ADALETİN KARŞILIĞI
Ama ayıplamıyorum.
Bu aslında bir biçimde ilintili olabilecek kavramlar arasındaki kargaşayı “Ekşi Sözlük”te araştırırken efsane aydınlarımızdan Azra Erhat’ın dahi tereddüt yaşadığını gördüm:
“Ne yalan söyleyeyim?” diye itiraf ediyor Erhat, “Meşrutiyet sözcüğünün meşrudan geldiğini sanırdım. Oysa değilmiş. Hoş, meşru ‘şeriata uygun’ anlamına geldiğine göre, bizim yasal sözcüğünü de karşılamaktan uzak. Ama meşrutiyet meğerse ‘şart’ kökeninden türemekteymiş- şart-meşrut-usul-i meşruba-meşrutiyet...”
Nereden baksanız düşündürücü ve çok şaşırtıcı.
Meşrutiyet-şart yani “mutlakiyetçi rejimin şartlanması/kısıtlanması” anlamına geliyor ki bu, Osmanlı’nın son dönemine isabet ediyor.
Meşruiyet ise Türkiye’nin yarısının meydanlarda bugün hançerelerini yırtarcasına bağırdığı “hak, hukuk, adalet’le doğrudan bağlantılı bir şey.
Meşruiyet yönetilenlerle yönetenler arasında zira “oluşturulmuş rıza”nın varlığını içeren ve ifade edem bir kavram.
Milyonların, “hak, hukuk, adalet” arayışına çıktığı bir yerde, “rıza üretimi”nde dev bir açık, aşınma olduğunu ise dünya kayda geçiyor ve görüyor.
Ancak ne ki kavramların bu kerte bulanık olduğu, aydınların zihninde dahi karmaşa yarattığı bir yerde, diplomasi geleneğinden nasibini almayan bir büyükelçinin, bulunduğu ülkenin cumhurbaşkanı için, başkanın ağzından “Ona en çok ihtiyacı olan şeyi, meşruiyeti verelim” demesi şaşırtıcı değil.
Meşruiyet-meşrutiyet kavramlarının herkesin zihninde netleştiği bir ülkede Bay Barrack, “persona non grata” ilan edilirdi. Bu sözlerle her ne kast etmiş olursa olsun, çok büyük bir diplomatik kriz yaşanırdı. Mevcut koşullarda bu imkânsız.
Her şey bir yana... ABD büyükelçisinin zira ABD başkanı ile çok eskilere dayanan, çok güçlü bir ilişkisi var.
EPSTEİN YILLARININ DOSTLUĞU
Trump’ın çok satan ünlü biyografi yazarı Michael Wolff, bu iki ismin -başkan ile büyükelçinin- ta Epstein günlerinden yakın bir dostluk içinde olduklarını söylüyor. Hatta kendisini, gazeteci olarak nehir söyleşisi yaptığı Epstein’la bizzat Barrack’ın tanıştırdığını beyan ediyor.
Barrack, sonuç olarak Trump’la kolayına hiçbir büyükelçinin sahip olmadığı yakınlıkta olduğu için bu kerte rahat konuşuyor.
Yüz yıldır kendisini “ulus devlet” olarak konumlandıran bir ülkede, “Güçlü ulus devletler, İsrail için tehdittir” açıklamasını yapabiliyor.
“Türkiye için en iyi sistem, Osmanlı millet sistemidir” diyebiliyor. ABD’nin Türkiye’yi bundan böyle konumlandırdığı Ortadoğu için; “Ortadoğu bir illüzyondur” cümlesini sarf edebiliyor:
“Ortadoğu diye bir şey yok, kabileler, köyler vardır. Ortadoğu aileyle, köyle başlar, sonra kabile, topluluk, din. Son olarak da ulus gelir” diyor Barrack.
Barrack Türkiye’yi de böyle bir “kümeleme/constellation” içinde görüyorsa kendisini aydınlatalım:
Türkiye evet doğrudur, yarı frenk yarı Arapça meşruiyet ve meşrutiyet kavramlarının karıştırıldığı bir ülkedir. Ama kanlı ve zorlu bir istiklal mücadelesi ile kazanılmış “ulus devlet”, bu ülkede asla karıştırılmaz. “Ulus devlet”in ne olduğunu herkes bilir. Burası bir “kabile devleti” değildir.
“Meşruiyet/legitimacy” kavramına dönersek büyükelçi akabinde yaptığı bir açıklamayla bununla yalnız “saygınlık” kastettiğini ifade etmiş:
“Kastedilen saygı, ABD başkanının saygı göstererek onu (cumhurbaşkanını) davet edip sorunların nedir, anlatın demesidir. Türk halkına nasıl yardımcı olabilirim? Bu karmaşık bölgede saygı temelinde nasıl istikrar oluşturabiliriz? Meşruiyet derken... siyasi anlam kastetmedim” buyurmuş.
ABD başkanı, “Rusya’dan gaz almayın, bizden alın!” derken meğer Türk halkına nasıl yardım edebileceğini düşünmekteymiş...
Biz buna Türkçede, “Çevir gazı yanmasın!” diyoruz.