Sevgili okurlarım vallahi billahi bana iki şeyden daral geldi. Biri şarkıcı Güllü’nün ölümü, öteki de Habertürk kanalının dört dörtlük Müslüman genel yayın yönetmeni Mehmet Akif Ersoy’un maceraları ve gene aynı kanalın spikeri Ela Rümeysa Cebeci’nin her kıvrımını öğrendiğimiz kalçaları. İkisi de uyuşturucu kullanıyormuş. Aman ne kadar önemli. Arkadaşlar 10 yıla yakındır, ülkemiz bir uyuşturucu cenneti oldu, haberiniz yok mu? Parası olanlar itibarlı uyuşturucu kokain, parası olmayan garibanlar da özellikle gençler sentetik uyuşturucu kullanıyor. Kullanmayanı dövüyorlar vallahi.
Şimdi nereden çıktı bu uyuşturucu operasyonları? Durum oldukça tuhaf. Çünkü sevgili okurlarım uyuşturucuyu ülkemize sokan ve dağıtan kişilere, mafyalara hiç dokunulmuyor. Örneğin, Hollanda’da sahibi hepimizin bildiği bir Türk vatandaşının gemisinde tam 400 ton kokain ele geçirildi. Düşünün 400 ton toz! Hayal bile etmek zor. Sonra Bodrum’da geçmişi oldukça karanlık bir devlet adamının işlettiği Yalıkavak marinada neredeyse satış serbest. Aklıma şimdi geldi, Hatay-Maraş depreminden üç hafta sonra oralara gitmiştim, çaresizliği ve dehşeti gördüm. Bu arada dostlarımla yolumuz İskenderun’a düşmüştü. Havada ağır bir koku vardı. Orada sağ kalmış yaşayanlara kokunun nedenini sormuştum. Yüzlerinde müstehzi bir gülümseme, bana limanı göstermişlerdi. Meğer limandaki sayıları 30’u bulan konteynerde yangın çıkmış, bazıları itfaiyenin yangını söndürmesini engellemiş. Yangın iki hafta sürmüş. İçlerinden bir bana şöyle seslenmişti, “Buralarda çok kalma bacı, kafan iyi olur. Bir an önce yola koyul” demişti. Yani yeter bu tuhaf uyuşturucu masalı, maksat gündemi değiştirmek. Bu arada MESEM cehenneminde ölen çocuk işçilerin sayısı 83’e çıkmış.
Neyse sevgili okurlarım yeni yıl yaklaşıyor. Yaz yaz aynı hamam aynı tas. Ben size güzel bir insanın hikâyesini anlatayım da içiniz açılsın. Güneşli bir öğle vakti, taş ustası Faruk Maden’in kendi elleriyle kocaman kayaları oyup dünyalar güzeli evler yaptığı Ürgüp’ün koruma altındaki Esbelli Mahallesi’nde, yüzüm peribacalarının yan yana uzandığı vadiye dönük bir Ürgüp evinin avlusunda oturuyorum. Aklım az önce dolaştığım taş evlerde kalmış. Evet aklım kalmış, Antep’te taş evlerin avlusunda büyüdüğümden mi nedir, taşı her şeyden daha çok severim. Bu nedenden taş ustası Faruk Maden, yaptığı taş evleri, taşa oyduğu aynalıkları, taşa uygun düşer diye Sivas’ta yıkılan bir konaktan alıp Ürgüp’e getirdiği demir çivili “Z” kapıları bana bir yandan anlatıp bir yandan gösterirken hafif bir kıskançlık duyuyorum. 25 yıldır bir tek günü bile taşa dokunmadan geçmeyen, hayallerini taşlara oyan bu 50 yaşındaki taş ustasını hafif değil, bayağı kıskanıyorum.
O, taş evlerine oyduğu 45 derece eğimli aynalıkları neredeyse okşuyor ve “Ben” diyor, “Ne öğrendiysem, ne biliyorsam çoğunu beni yetiştiren Gaziantepli ustama borçluyum. Bir de buradaki eski evleri yapan Rum ustalara. Başım ne zaman daralsa, ne zaman bir işin içinde kaybolsam hemen Rum ustaların yaptığı evlere gidip bakarım. Orada mutlaka bir çözüm vardır. Ustalar, izlerini sürecek olana yolu gösterirler.”
Faruk Maden, bir evi bir yılda bitirebildiğini söyleyip bana nefis bir Türk kahvesi ikram ederken ben, “Bu adam çocukluğunda nasıl biriydi” diye düşünüyorum. “Ailesinde taş ustası var mıydı? Bu mimari bilgisini, bu ustalığı nasıl edindi?”
“Ailede benden başka taşla uğraşan yok” diyor biraz övünerek. “Benim babam çiftçiydi ve çok çalışkan bir adamdı. Otururken göremezdiniz. Bunun bende mutlaka bir etkisi olmuştur. Hep burada büyüdüm, okudum, liseyi bitirdim. Kendimi her zaman biraz farklı hissederdim. Yaşıtlarımın oyunlarına, sohbetlerine pek katılmazdım. 13 yaşındaydım, bir sabah radyoda Hikmet Şimşek, Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’ni anlattı, ardından Dokuzuncu Senfoni çaldı. O gün önümde yeni bir ufuk açıldı. Dokuzuncu Senfoni’ye vuruldum. Ardından Bach’ı tanıdım, ardından Mozart’ı. Yani bir süre hayatım sadece klasik müzik oldu. Liseyi bitirdim ve işim yoktu. Yerimde duramıyordum, o sırada büyük bir otelin inşaatı başlamıştı. Otel binası buradaki bütün binalar gibi taştan yapılıyordu. Ben de amele olarak o inşaatta çalışmaya başladım. Baktım bir süre sonra taşa tutulmuşum.” O bunları anlatırken yan tarafımdan bir akrep geçiveriyor. Faruk usta, “Bu evlerin yaslandığı tepe akrep yuvalarının yeridir” diyor, “Korkma zehirleri öldürmez, sadece biraz can yakar. Bir keresinde yaptığım evin avlusunda mal sahibiyle konuşuyoruz, ortamızdan bir akrep hızla geçip gitti. Mal sahibi olaydan çok etkilendi. ‘Artık sana bir imza gerek’ dedi, ‘Senin imzan akrep olsun’. Bak bu evin girişindeki taşa oyulmuş akrebi görüyor musun, o benim imzam.”
Ve birden yavru bir akrep ayağımın üstünden atlıyor.