Sevgili okurlarım bugün yazıma Leonard Cohen’in “Herkes biliyor geminin su aldığını./ Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini./ Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu” şiiriyle başlayayım dedim, herkes biliyor da ben neden böyle doktorun az önce biyopsi yaptığı bir hasta gibi endişeyle bekliyorum. Hey doktor bir an önce konuş beni rahatlat! Ne olacaksa olsun!
İşte böyle endişeyle dolanırken çok sevdiğim Assos’ta Felsefe günlerimin değişmez arkadaşı beyin cerrahı Reyhan Pütün’ün Sakarya Gazetesi’nde yazdığı yazı önüme düştü. Pek sevdim ve sizlerle paylaşmaya karar verdim.
[Çocukken hayal meyal hatırladığım, kızlı erkekli oynadığımız bir oyun vardı. Tekerlemesi “Menekşe mendilim düşe, bizden size kim düşe” gibi bir şeydi. Belki başka yörelerde başka adla da oynanıyordur. Gruplar on metre arayla karşı karşıya dururlar, el ele tutuşup kollarını gererler. Bir grup yüksek sesle: “Menekşe mendilim düşe” der, karşı taraf ise: “Bizden size kim düşe?” diye bağırırdı. Karşı ekibin en lapacı elemanı seçilir ve çağrılır, o da koşarak gelip gözüne kestirdiği zayıf halkanın elleri arasına var gücüyle dalar ve bağlantıyı koparmaya çalışırdı. Başarırsa gruptan birini seçip kendi tarafına alır, başaramazsa kendisi o grupta kalırdı. Geçenlerde ansızın bu oyunu ve günlüğümdeki bir yazıyı anımsadım, gülümseyerek yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Yazının içeriği; “Cübbeli Ahmet ile Stephen Hawking aynı zaman diliminde yaşadılar, bize Cübbeli düştü” çıkarımı ve bunun bir rastlantı olup olmadığı ile ilgiliydi.
Olayı daha iyi irdeleyebilmemiz için geçmişimize zihinlerimizde bir resmi geçit yaptırırsak konuyu daha iyi anlayabilmek olası diye düşünüyorum. Bunun için Antik Yunan’a dayanarak Rönesans’ı, Rönesans’a yaslanarak “Aydınlanma Hareketi”ni yaratan, ardından 1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız İhtilali’ni yapan Avrupalılar ve onların Amerika’ya göçenleri karşısında aynı zaman diliminde yaşayan, şu anda içimizden bazılarının pek özendiği Osmanlı bu topraklarda ne yapıyordu, önce ona bakmak gerek. Resim ve heykel sanatında Avrupa’da Leonardo Da Vinci, Raffaello, Michelangelo gibi dâhiler yetişirken Osmanlı’da resim yapmak günah, heykeller ise put olarak kabul ediliyordu. Dante, Shakespeare, Cervantes hümanist edebiyatın öncülüğünü yaparken Osmanlı’da tek edebiyatçı henüz yetişmemiş, daha sonraları binbir zorlukla getirilen Makyevel’in Prens adlı eseri bazı yöneticiler tarafından gizlice okunuyordu. Bilim dünyasında Kopernik dünya merkezli evren kuramını çürütüp, Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü açıklamasıyla oluşturduğu bilimsel devrimden otuz yıl sonra Takiyüddin Efendi’nin Tophane sırtlarına kurduğu zamanın en büyük rasathanelerinden biri, III. Murat’ın emri, şeyhülislamın fetvası ile “Tanrı’nın işine karışmak” gerekçesiyle kıyıdan top ateşine tutuluyordu. Felsefede Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Locke, Rene Descartes, Spinoza gibi isimler dünyayı algılamak için çaba sarf edip, birlikte yaşamanın kurallarını koyarken, biz çoktan felsefecileri zındık ilan etmiş, felsefe ile de uğraşmayı yasaklamıştık. Sanat, edebiyat, bilim ve felsefe alanında yaya kalıp, matbaayı bile 300 sene sonra kurarak bilginin yayılmasını önlersen, senin topraklarına Hawking düşecek değil ya! Velhasıl bu toprakların bahtsızlığı çok öncelerden yazılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet Devrimleri bu kötü kaderi kıracaktı ancak izin vermediler. Günümüzde halen kıyasıya süren mücadele ve direniş bu yüz yıllık kavganın son halkasıdır...]
Teşekkürler Reyhan, bazı eklemeler yapacağım, ünlü denizci ve haritacı Piri Reis idam edilmiş, Pir Sultan Abdal da aynı kaderi paylaşmıştı. En acısı “Cumhuriyet, laiklik ve tam bağımsızlık” ruhunu bu topraklarda sürdürmek isteyenler o kadar çok öldürüldüler ki...
Bize de derin acılar ve bitmeyen bir umut düştü.