Sevgili okurlarım sevdiğim tahta heykeller diyarı Değirmendere’ye taşındığımdan beri dostlarım, okurlarım beni hiç yalnız bırakmıyorlar. Şimdi de Hereke yolundayım. Hereke, Kocaeli ilinde şirin bir yerleşim yeri. Kocaeli Üniversitesi’nin hocaları duymuşlar benim buralarda olduğumu, üniversitenin Hereke kampüsünde özellikle gazetecilik öğrencilerine mesleğin sırlarını anlatmam için davet ettiler. Bir dinozor olarak benim de canıma minnet ama ülkede gitmediği yer kalmayan ben Hereke’yi sadece annemin kızları için sakladığı Hereke halısından biliyorum. Meğerse Hereke halısının epey kıymetli bir tarihi varmış. Burada ilk halı fabrikası Osmanlı döneminde 1843 yılında açılmış. İlk zamanlar sadece saraylar ve yalılar için döşemelik kumaş ve perde üretiliyormuş. Sultan 2. Abdülhamit zamanında 1884 yılında Fransa’dan halı işçileri getirilmiş ve ünlü Hereke halısı dokunmaya başlamış.1900 yıllarında elle, ipek ipliklerle iki taraflı dokunan, çarpıcı motiflerin olduğu Hereke halıları Avrupa’da ün kazanmış. Ancak günümüzde bu ün ne yazık ki devam etmiyor. Çinliler Hereke halısının değerini anlamışlar ve başlamışlar üretmeye. Çin’de Hereke diye bir yer bile var. Bu Çinliler de az değil.
Yıllar geçmiş 3 Haziran 1933 yılında Sümerbank kurulmuş, Hereke Halı Fabrikası da iktisadi devlet teşekkülü (İDT) haline getirilmiş ve Sümerbank’a devredilmiş.1993-1941 yıllarında Hereke Fabrikası’nın yanı başında 96 ailelik küçük apartman projeleri hayata geçirilmiş. Üç katlı taş yapı binalarda işçiler, memurlar oturmaya başlamışlar. Ne zaman ki şu meşhur “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman!” şarkısı her yerde söylenmeye başlanmış ve 1999’da Sümerbank kapatılmış, tabii Hereke fabrikası da. Fabrika ve lojmanlar bir süre atıl kalmış, daha sonra restore edilerek 96 aile için yapılan apartmanlar Kocaeli Üniversitesi’ne devredilmiş.
İşte şimdi benim en heyecanlandığım an geliyor. Hocalarla birlikte yeşillikler içindeki kampüs bahçesinde ilerleyip ve o üç katlı, büyük Gölcük depreminde tek taş düşmeyen eski Sümerbank lojmanlarına giriyorum. Hocalardan biri, “Bu binalar Alman taş teknolojisine göre yapılmış” diyor, “Bence Almanlar buralardan fay hattının geçtiğini biliyorlardı.” Hep birlikte gülüyoruz. Ben birden heyecanlanıyorum burada bir zamanlar yaşayan Sümerbank işçileri aklıma düşüyor. Bu taş yapıların ses geçirmeyen, yazın serin kışın sıcak odalarında kim bilir ne hikâyeler anlatıldı, ne dedikodular yapıldı. Kampüsün yemyeşil bahçesinde mutlaka mangal da yapılmıştır. Birden ağlamak geliyor içimden, ne çok yitirdik, her şey masal oldu.
Dönüş yolunda İzmit’e yaklaşırken pencerelerinde demir parmaklıklar bulunan kocaman bir bina dikkatimi çekiyor. Ben bu binayı tanıyorum, burası İzmit Cezaevi ama geniş çıkış alanı cıvıl cıvıl öğrencilerle dolu. Öğrendim ki Kandıra Cezaevi yapılınca burası boşaltılıp ortaöğrenim öğrencilerine okul olmuş. Ansızın hatırladım, ben bu binaya gelmiştim. Yıl 1978, gazetemizin değerli yazarı, rahmetli Mustafa Ekmekçi, benim için Adalet Bakanlığı’ndan cezaevlerine girip röportaj yapmam için kart çıkarmıştı. Yolum buraya da düşmüştü. Birden küçük bir kız çocuğunun sesini duydum: “Anne bana denizi göster!” Annesi mahkûm bir kız çocuğunun sesiydi bu! Gardiyan onları oturduğum odaya getirmişti. Anne ayakta başı eğik duruyordu, dört yaşındaki küçük kız onun eteklerine gizlenmişti, birden incecik bir sesle annesine seslendi: “Anne bana denizi göster.” Anne bana baktı, gülümsedim. O zaman anne çocuğunu kucaklayıp ilk kez demir parmaklıkları olmayan bir pencereden dışarı baktırdı. Uzun uzun yoldan geçen arabalara baktılar.
Annenin adı Gülşen’di, kocası Petkim’de çalışıyordu, iki çocukları vardı. Mutluydular. Günlerden bir gün Gülşen’e bir adam musallat oluyor, kocası işteyken kapılarını çalıp tehdit ediyor. “Çocukları öldürürüm, benim olacaksın” diyor, Gülşen kocasına elini kana bulamasın diye hiçbir şey söylemiyor. Gene bir gün adam kapıya geliyor, Gülşen eline ekmek bıçağını alıp adamı öldürüyor. Evet Gülşen katil oldu ve Sabahat bir mahkûm çocuğu olarak mahpuslara düştü. Kocası bir dediklerini iki etmiyormuş, her hafta elleri kolları dolu görüşe geliyormuş. Babasından söz edildiğinde Sabahat bana kulağını gösteriyor. Mavi taşlı bir küpesi var, “Babam bilezik de getirmişti ama onu kaybettim” diyor. “Ben bir hafta dışarı çıkıp anneanneme gittim, köpek de büyümüştü, ben de. Beni şalvarımdan bir savurdu.”
O anlatıyor biz Gülşen’le gülüyoruz. Birden, “Sana bir masal anlatacağım” diyor. Dikkatle dinliyorum. Derin bir soluk alıp “Ben ölmüşüm ama ayaklarım yok” diyor.