Son zamanlarda basında verilen deprem haberlerine şöyle bir baktığımızda her birinde yaşanan çaresizliği görüyoruz. Bundan bir süre önce meydan gelen İstanbul depremiyle ilgili haberler de öyle değil miydi; “İstanbullular geceyi parklarda geçirdi.” “İnsanlar afet toplanma alanlarına ulaşamadı.” Hepsinde bir türlü çözülemeyen aynı sıkıntılar, aynı sorunlar...
TV kanallarında ve gazetelerde sıkça dile getirilen bu başlıklardan biri bile o tedirginliği anlatmaya yetiyor. Bunlar, -6 Şubat depremi de dahil- çoğumuzun şahit olduğu, yaşadığı son depremlerle ilgili yazılıp çizilenlerden yalnızca birkaçı.
Depremden etkilenen yurttaşların çoğu ne yapacağını, derdini kime anlatacağını bilmeden korku ve endişe içinde beklemeye devam ediyor ne yazık ki... Sıkıntılar çok iyi biliniyor aslında. Gerek yerel yönetimler gerek devlet yetkilileri bunun ciddi bir sorun olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Ancak bu konuda yapılanlar hep yetersiz kalıyor. Bu yüzden yurttaş, yerel yönetimler ve ilgili bakanlıklar arasındaki kopukluğun bir an önce giderilmesini bekliyor. Çünkü bütün bunlar toplumun her kesimini yakından ilgilendiren yaşamsal konular. Depremin siyaset üstü bir konu olduğunu söylemek için illa ki uzman olmak mı gerekiyor?
ÇARESİZLİK Mİ, ÇÖZÜM MÜ?
Ülkemizin farklı bölgelerinde yaşanan bu sarsıntılar bize unutulan deprem gerçeğini sürekli hatırlatıyor ama bırakın bir yıl öncesini, birkaç ay öncesini bile hemen unutuyoruz. Elbette bu sorunların çözümünde bir yurttaş olarak hepimizin sorumluluğu var. Ancak şu gerçeği görmezlikten gelemeyiz: Bu sorun ancak yetkili tüm kesimlerin el ele vermesiyle çözülür.
İşte bu birlikteliğin gerçekleşmemesi insanı üzüyor; çaresizlik içinde kıvranıp duruyoruz. Elbette bu sıkıntıları dile getirmekteki amaç, karamsar bir tablo çizerek umutsuzluk yaratmak değil; bir yurttaş duyarlılığı içinde konunun ciddiyetine dikkat çekmek, bunun da ötesinde konunun önemini anlatmak, o tedirginliği birebir yaşayan insanların duygularına tercüman olmak.
Yıllardır depremde yaşanan kayıplar, acılar insanı derin bir umutsuzluğa itiyor elbette. Ancak insanı umutsuzluktan kurtaran öyle örnekler var ki onları da hatırlatmak gerekiyor. İşte onlardan birinin haberi: “Alman mühendisler tarafından projelendirilip 1938 yılında Türk işçiler tarafından yapılan Erzincan Tren Garı, 1939 depreminin yanı sıra 1983 ve 1992 depremlerine karşın iki santimetrelik hasarla bütün depremlere ve yıllara meydan okuyarak adeta mühendislik dersi veriyor.”
ACİL PLANLAMA VE ÇÖZÜM
Yazılıp söylenenlerin her biri çok değerli mutlaka. Ancak onları dile getirmek yetmiyor artık. Yurttaşlar bunları duymaktan bıktı; el ele verilerek bu sorunun planlı bir biçimde çözümünü bekliyor. Bunun için kaybedilecek bir günü bırakın bir saat, bir saniyemiz bile yok aslında. Yurttaş şunu soruyor yetkililere: “Böylesi bir günde de bir araya gelemeyecekseniz daha ne olmasını bekliyorsunuz?”
“Depremden depreme hatırlanmak istemiyoruz” diyor vatandaş. İktidarıyla muhalefetiyle bu sorunun çözümü konusunda, ne yapılması gerekiyorsa bunların bir an önce gerçekleşmesini istiyor!..
Elbette bu konuda, bilim insanlarının görüş ve önerilerine öncelik verilmeli. Onların öngörüleri doğrultusunda hareket edilmelidir. Ancak böylesi yaşamsal sorunları dile getirmek, yaşanan acı gerçekleri söylemek için de uzman olmaya gerek yok. Çünkü bu sorun tüm toplumu yakından ilgilendiren ciddi bir konu. Bu da başta yetkililer olmak üzere hepimize ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Sesimizin seçimden seçime duyulmasını istemediğimiz gibi, depremden depreme de duyulmasını istemiyoruz.
Sözün özü; göz göre göre gelen bu felaketin acılarını yaşamak istemiyoruz artık.
Duran Güldemir
Eğitimci ve Yazar