Deniz Yıldırım

Beden ve Ruh Üzerine

24 Nisan 2021 Cumartesi

Masalları, rüyaları, efsaneleri “çocukluk” evremize sıkıştırmayan başka işler de var elbette. Bunlar arasında son dönemde beni en çok etkileyenlerden birisi, Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin imzasını taşıyan “Beden ve Ruh Üzerine” (2017) isimli film.

Film önce yalnızlaşma ve yabancılaşma rengindeki yetişkinler evreninde gezdiriyor bizi. Sosyal ilişkileri zayıf Maria ile Endre bir rutinin içinde yaşıyor; ikisi de akışı sürdürmek üzerine kurulu tatsız bir hayatın mekanikleşmiş kahramanları gibi görünüyor. Ve sonra bir tesadüf üzerine, geceleri rüyalarında geyiğe dönüştüklerini ve aynı rüyanın içinde iki geyik olarak birbirlerine yakınlaştıklarını fark ediyorlar. Evet, aynı rüyayı görüyorlar. Filmin etkisi burada daha da keskinleşiyor. Yabancılaşmış insan, bir başka varlığa dönüşerek ve ancak rüyalarında mutluluğa, huzura kavuşuyor. 

Dahası, bu iki kişi gündüzleri bir kesimhanede çalışıyor. Çok sembolik bir tercih. Yaşadığımız dünyanın gerçekleriyle düşleri arasındaki keskin yarılmayı yüzümüze çarpıyor. Filmde düş gücü, Jung’un “kolektif bilinçdışı” adını verdiği olgu temelinde sunuluyor. Hepimizin bilinci var; hepimizin bireysel bilinçaltı var. Bir de insanlığın, birbirini hiç tanımayan, birbirinin dilini bilmeyen, belki de birbiriyle hiç karşılaşmamış kişilerin geçmişten, mitlerden, efsanelerden, masallardan, sevgiden korkuya tüm duygulardan süzülüp gelen ortak bir bilinçdışı var. Jung, bize bu katkıyı sunuyor. İnsanlığın kadim çağlarından gelerek tortular halinde biriken efsanelerin, masalların şiirsel bir güzellik içinde rüyada dışavurumu bu daha derin ve ortak bilinçdışında gerçekleşiyor. Nitekim bir söyleşisinde Enyedi, Jung’dan etkilendiğini ifade ediyor.

Enyedi’nin filminde ortak bilinçdışı, kaynağını sembollerden, Macar mitolojisinde önemli bir yeri olan “geyik” tercihiyle de efsanelerden alarak rüyada harekete geçiyor. Marina Warner, Masalların Kısa Tarihi adını taşıyan kitabında, Ovidius’un Dönüşümler’ine de gönderme yaparak Grimm Masalları’ndan, çocukların geyiğe dönüşmesinden söz ediyor. Enyedi’nin filminde ise geyikleşme aracılığıyla efsaneler, masallar geçmişten bugüne, çocukluktan yetişkinliğe, yaşanan dünyadan arzulanan dünyaya yeniden sıçrıyor. Yönetmen böylece “çocuk edebiyatı”na, “çocuk sineması”na ötelediğimiz “kolektif bilinçdışı”nı tekrar her kuşaktan insanın bilincine sunuyor. Burada mesele, “kolektif bilinçdışı”na sakladığımız ortak düşlerimizi, uyanıklık anlarına, bilincin kendisine, bir politik dönüşümün sahnesine nasıl çıkaracağımızda; yabancılaşmayı ortadan kaldıracak bir düşü rüyadan gerçeğe nasıl dönüştüreceğimizde düğümleniyor. Bu yönüyle film, akıştan rüya aracılığıyla kaçışa odaklanmış gibi görünse de akışa direncin kolektif potansiyelleri üzerine de bizi düşünmeye sevk ediyor. 

TILSIMLI DUYGUDAŞLIK

Marguerite Yourcenar, severek okuduğum kitabı Hadrianus’un Anıları’nda, imparatorun hayatına yaptığı tarihsel yolculukta yaşadığı başkalaşımı şöyle anlatmış: “İnsanın, bir başkasının beden ve ruhuyla bütünleşmesini sağlayan tılsımlı duygudaşlık.” Müthiş. Maria ile Endre’nin “rüyalarda buluşuruz”u gerçeğe dönüştüren yakınlaşmasında da böyle bir “tılsımlı duygudaşlık” var. İhtiyacımız var böyle bir kolektif duygudaşlığa.

Bir yandan da Ahlat Ağacı’na yeniden döndüm bu film sayesinde. İki nedenle. İki filmde de insan, kendi yabancılaşmasını insanın dışında yaşayan varlıklarla, insan merkezli bakış açısının ötesine geçiren bir plan dahilinde özdeşleşerek anlamaya ya da aşmaya çalışıyor. Yalnız, şekilsiz ama direngen Ahlat Ağacı ile İdris ve oğlu Sinan’ın özdeşlik kurmaları ya da yabancılaşmış Maria ile Endre’nin rüyalarında doğada, geyiğe dönüşerek etkileşime girmeleri, bize Rosi Braidotti’nin etkileyici kitabındaki gibi “insan sonrası” ya da daha iyi bir ifadeyle “insan ötesi” bir bakışa yönelme, bunun olanakları üzerine düşünme şansı da veriyor. Buna da mecburuz; aksi durumun yani vahşi kapitalizmin yaban hayatı, küreyi yok edecek şekilde insanla doğa arasındaki sınırları ortadan kaldırmasının sonuçlarını can vererek, evlere kapanarak, yoksullaşarak ödüyoruz. İnsanla doğa, insanla hayvan arasındaki sınırları uyumlu bir bütünlük içinde silikleştiren, bu bütünlüğü kâr odaklı olmayan kolektif bir bilinçle kavramaya bizi sevk eden her eserde ekolojik ve politik bir yan da var kanımca.

Filmin beni yeniden Ahlat Ağacı’na döndürmesinin ikinci gerekçesini de her iki filmin de Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nde ayrıntılarını sunduğu “saçma”nın, “absürt”ün yarattığı ikili yol ayrımını, “intihar” seçeneğinin ötesine geçerek (ama önce bunu sezdirerek) hayata tutunacak yeni bir anlam, duygu, hedef keşfiyle aşmasında buluyorum. Bunlar umutsuz günlerin umudu olabilecek mesajlar. 

Farklı ülkelerden iki yönetmenin yakaladıkları ve bizim bilincimizde genişlettikleri bu ortaklıklar da “kolektif bilinçdışı”nın sinema aracılığıyla yüzeye çıkmasına kanıt sayılamaz mı? Sanırım iyi sinema, ortak bilinçaltımızı harekete geçiriyor. Ve ne güzel ki kendisiyle mart ayında yapılan bir söyleşide Ildiko Enyedi yeni filminin başkahramanının bir ağaç olacağını söylüyor. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları