Ayşe Emel Mesci

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi

20 Aralık 2021 Pazartesi

Levent Üzümcü’nün bir söyleşideki ifadesiyle “yuvasına döndüğü” İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBBŞT) Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde yeniden sahneye çıktığı oyun “Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi.” Özgürlük ve demokrasiden yana, daha iyi ve adaletli bir Türkiye’den yana muhalif duruşu nedeniyle “yuvasından, yurdundan kovulan” ama dik ve onurlu duruşundan asla ödün vermeyen Üzümcü’nün, “yerinden yurdundan edilenlerin hikâyesini” anlatan bir oyunla İBBŞT seyircisiyle yeniden buluşması anlamlı.

YERİNDEN, YURDUNDAN EDİLENLER

İBBŞT, eski adıyla Darülbedayi benim de yuvam. Binaları, sahneleri yıkıldı, yeniden yapıldı ama tüm tarihiyle kucakladığım bir yuva. “Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi”ni izlediğim Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi’nde, 1978 yılında, sevgili Hayati Asılyazıcı genel sanat yönetmeniyken ilk rejimi yapmıştım: Lorca’nın bir oyunu, “Don Cristobita ile Dona Rosita’nın Acıklı Güldürüsü.” Oyunu seyrettikten sonra Levent ile konuşurken bu duygumu paylaşıyorum. “Tarih”, “yuva”, “ortak geçmiş” ve daha iyi, daha hakça bir ülke ve dünya, ortak duygularımız aslında.

“Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi”nin beni böyle etkilemesinin altında da belki “yerinden, yurdundan edilmiş insanlar”a dair söylediği sözün kendi kişisel tarihimle buluştuğu noktalar var.

Cengiz Toraman, hikâye anlatmayı seven bir yazar-yönetmen. Bu özelliği oyunlarının adlarına da yansıyor. Seyrettiğim ilk oyununun adı da “Anlatılan Senin Hikâyendir.” Orada da bir zorunlu göç ve sevda öyküsü var. Sahnede hikâyeyi yine Levent Üzümcü anlatıyor.

AÇIK BİÇİM

Bu verimli yazar-yönetmen ve oyuncu ortaklığı “Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi”nde de sürüyor. Metin, hikâye anlatıcılığının, meddahlığın açık biçimini, rolden role geçişleri kabare türünün aralara serpiştirilen şarkılarıyla besliyor. Osmanlı’nın son döneminde Girit’ten başlayıp İstanbul’a, oradan Çanakkale Savaşı’na ve en sonunda Cumhuriyet döneminde Ayvalık’a kadar uzanıyor.

Oyunculuk açısından, demir leblebi dedikleri cinsten zorlu bir metin. Levent Üzümcü sahnede hem hikâyeleri anlatılan herkesi oynuyor hem de bir anda rolünden çıkıp seyirciyle konuşmaya başlıyor. Hüzünle güldürü dozajını ayarlamakta iyice ustalaşan Toraman, yer yer ağıt, yer yer macera romanı tadına bürünen metninde ve rejisinde bizi önce metnin akışı içine çekiyor sonra birden bir şarkıyla, seyirciye yöneltilen bir soruyla veya oyuncunun sahnedeki küçük orkestrayla girdiği “doğaçlama” ama planlı bir diyalogla akıştan koparıveriyor.

Tabii bunu 1 saat 15 dakika boyunca sahne-seyirci bağlantısını hiç koparmadan sürdürebilmek için Levent Üzümcü gibi bir oyuncu gerekiyor. İç duygusunun gücü, doğru zamanlama yetisiyle, esnekliği ve sahne sempatisiyle birleşince seyirciyi peşine takıp sürüklüyor. Sahneden attığı her lafa, sorduğu her soruya seyirciden yanıt, hatta yanıtlar geliyor. Salon ışıklarını yaktırıyor, sonra birden yine oyuna dönüyor, hikâyesi anlatılan insanlardan birinin repliğiyle. Müzikleri de çok beğendim. Dupduru sesiyle oyuna büyük katkı yapan Esen Koçer’i de ayrıca kutluyorum.

UMUDU YİTİRMEMEK

Yurdu olan Girit’te haksızlığa ve zulme boyun eğmediği için İstanbul’a sürülen demirci ustası Rüstem’in ve onun yolundan yürüyen oğlu Cemal’in hikâyesi, bir yanıyla bir göç ve yolculuk hikâyesi, ama “İnsanın yaptığı en büyük yolculuk kendi içine yaptığı yolculuktur” repliğinin hakkını da sonuna kadar veriyor. Asıl ölümün, umudu yitirmek olduğunun altını kalın çizgilerle çizen “Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi” şu zor günlerde bana umut verdi. Kaçırmayın diyorum.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları