Zamanı artık yalnızca gündelik yaşantımızı düzenleyen bir ölçü birimi olarak ele almak olanaksız. Günümüzde, geçmişte “değişmez” olarak görülen her kavram gibi zaman da sorgulanır hâle geldi.
Bunu en iyi yaratıcı içeriklerde gözlemleyebiliriz. Sinema, edebiyat ve çağdaş sanat üretimleri, zamanı sorgulayan, baştan sona giden kronolojik anlatıyı tersyüz eden içeriklerle dolu.
Sosyal medyanın yaşamlarımızdaki etkisi de göz ardı edilemez. Bir sosyal medya akışında, geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait içerikler aynı anda ama karmaşık bir sırayla karşımıza çıkıyor. Modern birey artık tarihin içinde ilerlediğini değil, döngüsel biçimde aynı olayları tekrar yaşadığını hissediyor.
Bu hissiyatı arkeoloji de destekler nitelikte. Geleneksel olarak milat baz alınarak oluşturulan tarihsel düzlemin üzerine, Göbeklitepe gibi bulgular eklendikçe tarihsel zaman algısı da tartışmalı bir hâl alıyor.
Ayrıca pandemi dönemiyle birlikte neredeyse tüm dünya zamanın donduğu, mekânın daraldığı bir süreci yaşadı. Bu, zamanı fiziksel bir gerçeklikten çok psikolojik bir deneyim olarak hissetmemize neden oldu. “Ne kadar sürdü?” sorusu bile anlamsızlaştı.
Bergson’un “süre” kavramı ve zamanı ölçülebilir bir akış değil, bilinçte kesintisiz bir deneyim olarak tanımlaması bugün yeniden keşfediliyor.
Özetle: Zamanın kırılması aslında çağın kırılması. Kitlelerin ruh hâlini en iyi sezebilen ve açığa çıkarabilen sanatsal yaratım da doğal olarak bundan besleniyor.
‘ŞİMDİ’YE HAPSOLMAK
Ancak bundan beslenen yalnızca sanatsal yaratım süreçleri değil. Zaman algısındaki değişim, siyaset kurumu için de önemli bir gösterge.
Günümüzde küresel anlamda iktidarlar, artık “büyük tarih anlatıları” kurmaktan çok, sürekli krizler üreterek toplumsal belleği kesintiye uğratıyor. Her kriz bir öncekine eklenmeden unutuluyor: savaş, pandemi, ekonomik çöküş, yeni bir teknoloji şoku...
Kalıcı bir olağanüstü hâl duygusu kendiliğinden oluşuyor. Böylece bireyler ve toplumlar “şimdi”nin gündemine hapsediliyor. Bu, geleceğe ilişkin imgelem gücünün kaybolması anlamına geliyor ve sonuç olarak siyaset, bir kriz yönetimi estetiğine dönüşüyor.
Bu tablo aslında yeni değil. Neoliberal ekonomi politikaları geçmişi nostaljiye, geleceği ise yatırım fırsatına indirger. Artık her şey “şu anki değer” üzerinden ölçülüyor: hisse senetleri, trendler, anlık tepkiler...
Sonuç olarak Zygmunt Bauman’ın altını çizdiği gibi, hiçbir şeyin kökünün tam olarak bulunmadığı; elimizden kayıp gidercesine akışkan bir yaşamın içindeyiz.
ZAMANIN SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİ
Elle tutulabilir “meta”nın değer kaybı da tam bu noktada başlıyor. “Bulut madenciliği” kavramıyla nesneleştirilen yeni dijital metalar ise tersine değer kazanıyor.
Bu gelişmenin neoliberal anlamda yeni kuşak bir sömürgeciliğin önünü açtığını söyleyebiliriz. Analog dönemde mekân (toprak) sömürgeleştirilirdi; artık sıra zamanın sömürgeleştirilmesine geldi.
Küresel sosyal medya platformları insanların yalnızca zamanını değil, dikkat süresini de ekonomik değere dönüştürüyor.
Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” kavramında anlattığı gibi artık insanın gelecekteki davranışlarına ilişkin öngörüler algoritmalara çevrilip satılıyor. Yani gelecek de bir meta hâline geldi diyebiliriz.
Dolayısıyla metaya dönüşen her şey gibi “zaman” da artık iktidarın bir aracı. Küresel ölçekte işlevsel kılınırken, yerelde de iktidar sahipleri kendi “zaman anlatılarını” kuruyor.
Örnek vermek gerekirse: Batı ilerleme zamanına, Çin döngüselliğe, Rusya ise restoratif zamana yaslanıyor. Bu, hem kültürel hem stratejik bir çatışma: herkes kendi “gelecek sürümünü” meşrulaştırmak istiyor.