Bir olay hakkında fikir belirtmek, yaratıcı düşünce geliştirmek ve bunun bir “beyin jimnastiği” olduğunu söyleyerek konuyu kapatmak artık 20. yüzyıla ait bir nostalji gibi. Elbette tüm dünya bizim buralar gibi değil.
Her yerde, daha cümleler ağzınızdan dökülürken sizi dinleyen kitleler “Eyvah, gözaltına alınacak!” kaygısı taşımıyor. Ancak tüm dünyada siyasi otoritelerin düşünce özgürlüğüyle ilişkisi giderek mesafeli bir hâl alıyor.
Üstelik bu baskı yalnızca siyasi otoriteden gelmiyor. Toplum da düşünceyi, fikir üretimini bireyin kendi öyküsünden ayıramaz oldu.
Artık bir fikri ele alırken onu dile getiren kişinin siyasi eğilimini, sosyal medya paylaşımlarını, yaşam öyküsünü ve yakın-uzak ilişkilerini —yani “network”ünü— dışarıda bırakamıyoruz.
Bu da düşüncenin “yalınlığını” kaybetmesi anlamına geliyor. Durumu biraz, fizikteki gözlemci etkisine benzetebiliriz.
Bu etki, bir deney sırasında kullanılan araçların ve deney koşullarının, sonuçları kaçınılmaz biçimde etkilemesi anlamına gelir. Özellikle çift yarık gibi kuantum fiziği deneylerinde bu durum işin çığrından çıkmasına neden olmuştur.
Tıpkı fizikteki gözlemci etkisi gibi, düşüncenin temelini oluşturan felsefede de benzer bir etkiden söz edebiliriz artık.
Zaten bilim dalları geliştikçe birbirlerini —dolaylı da olsa— etkilemeleri kaçınılmaz hâle gelir.
Bu yüzden şöyle diyebiliriz: Artık saf, pür bir düşünce yoktur. Her fikir pırıltısı, arkasındaki yüklü geçmişle birlikte sönümlenmeye mahkûmdur.
Bu acı gerçek, günümüzün yaratım ve birikim dünyasındaki kuruluğu da açıklar nitelikte. Çünkü genel anlamda Aydınlanma’nın ürünü olan “entelektüel insan”ın hep yücelttiği o meşhur “esin perisi” ile ilişkisi giderek kopmaktadır.
Düşüncenin, üretimin ve yaratımın saf hâli —evet— bir çeşit saldırı altında gibi görünüyor.
Peki, nasıl bir saldırı bu? Anlatayım:
Öncelikle düşünceye yönelen en görünmez ama en yaygın saldırı biçimi, algı ekonomisi üzerinden gerçekleşiyor.
Bugün bir fikrin değeri, ne kadar doğru ya da derin olduğuna göre değil ne kadar görünür, ne kadar tıklanır ve ne kadar hızla tüketilir olduğuna göre ölçülüyor.
Yavaş gelişen bir argüman, okurun zihninde yavaşça serpilen bir sezgi artık çağ dışı kabul ediliyor. Düşüncenin kendisi ise bir içerik kategorisine indirgenmiş durumda.
İkinci saldırı ise çok daha gürültülü: linç kültürü.
Cümle, bağlamından koparılıyor. yorum, niyetinden soyutlanıyor. Fikir, kendisinden çok kimin tarafından söylendiğiyle yargılanıyor.
ELEŞTİRİLMİYOR YOK SAYILIYOR
Bu durum yalnızca o kişiyi değil onun gibi düşünen ve düşünecek olan herkesi susturuyor.
Düşünce artık eleştirilmiyor — yok sayılıyor, hedef gösteriliyor, itibarsızlaştırılıyor.
Üçüncü ve belki de en tehlikelisi ise aidiyet baskısı.
Her fikir bir yankı odasına ait sayılıyor. Ait olmadığınız bir düşünceye ilişkin söz söylemeniz bile “ihanet” gibi algılanıyor.
Oysa düşünce doğası gereği hareketlidir, sınır tanımaz, sabit durmaz. Çağımızın kültürel iklimi ise insanları kendi düşünce haritalarında sabitlemeye, etiketlemeye daha meyilli. Bu da düşüncenin hareketini değil, duruşunu ölçen bir anlayış yaratıyor.
Tıpkı fizikteki gözlemci etkisinin düşünceyi etkileyen bir metafora dönüşmesi gibi psikoloji biliminin de —özellikle popüler kültür yoluyla— gündelik düşünceyle ilişkimize sızan bir başka etkisi söz konusu.
Özellikle bilinçaltı kavramının Freud sonrası dönemde toplumsallaşan sürümleri, düşünceyi özgür bir zihinsel faaliyet olmaktan çıkarıp bireyin denetleyemediği karanlık bir arka planın semptomu durumuna getirdi.
Artık bir düşünceyi dile getirdiğinizde, size doğrudan fikrinizle değil o fikri ortaya atan bilinçaltı dürtülerinizle cevap veriliyor:
“Bunu neden söyledin?” yerine “Bunu aslında neden hissettin” sorusu yöneltiliyor.
Düşünce, söyleyenin psikolojik çözümlemesine indirgeniyor.
Bu eğilim, popüler psikoloji ile birleştiğinde daha da sığlaşıyor. Bugün sosyal medyada ya da gündelik yaşamda dile getirilen birçok fikir, bilinçdışı güdülerle veya “travma haritalarıyla” açıklanmaya çalışılıyor.
Bu da düşüncenin kendi bağlamından koparak bir çeşit kişisel zaaf birikimi içinde okunmasına neden oluyor.
Bu zemin, bir de komplo kültürünün yaygınlığıyla birleştiğinde ortaya çok daha kaygan bir alan çıkıyor.
Fikir artık kendi içeriğiyle değil olası niyetiyle, arka plan güdüsüyle, hatta “hangi merkezin” sesi olabileceğiyle değerlendiriliyor.
Bu da çağımızın entelektüel yalnızlıklarından biri: Düşünenin düşüncesi değil, kişiliği tartışılıyor.
Oysa düşünce, kişiyle doğrudan özdeşleştirilmediğinde —yani özgürce dolaşabildiğinde— gerçek bir toplumsal etki yaratabilir.
FELSEFENİN DÜŞÜŞÜ
Tam da bu noktada büyük anlatıların çözülüşüyle felsefe modern sonrası zamanlarda düşüncenin mutlak referans çerçevesi olmaktan çıktı. Diğer yandan, bu boşluk uygulamalı bilimlerle ve onların popüler yorumlarıyla dolduruldu.
Bugün özellikle psikoloji, devletler ve küresel sermaye için işlevsel bir bilim hâline gelmiş durumda.
Yönetilebilir birey, tahmin edilebilir davranış, ölçülebilir zihin...
Psikoloji, bu alanlarda düşünceyi anlamaya değil sınıflandırmaya ve yönlendirmeye yarayan bir aparata dönüştürüldü.
Fizik ise bilgi üretiminin merkezine “ölçülebilirlik” ve “kanıt” kavramlarını yerleştirerek düşünceyi metafizik tüm uzamlarından adım adım kopardı.
Bu dönüşüm, aslında bir çeşit bilimsel hiyerarşi değişimi anlamına geliyor. Felsefe düşüncenin nedenini sorgularken; psikoloji bireyin hangi dürtüyle düşündüğünü, fizik ise ne ölçüde doğrulanabilir düşündüğünü öne çıkarıyor.
Ve bu yeni düzende, düşünce artık yalnızca doğru veya yanlış değil işlevsel olup olmadığına göre değer kazanıyor.
Sonuçta düşünce bir özgürlük alanı olmaktan çıkıp, denetlenebilir bir veriye, manipüle edilebilir bir eğilime, ölçülebilir bir davranışa indirgeniyor.
Bu da felsefenin düşünceye yön verme işlevini yitirmesiyle, çağımızın en derin sessizliklerinden birine zemin hazırlıyor.
İşte bu derin sessizlik, siyasi otoritenin en çok istediği zemin. Çünkü düşünce zayıfladığında iktidar güçlenir, itiraz geri çekildiğinde yönetim kolaylaşır.
Bugün “yurttaş” dediğimiz birey, artık kamusal sorumluluğu olan bir aktör değil çoğu zaman bir ülke büyüklüğündeki psikolojik deney alanında bir denektir.
Kimi ülkelerde bu dönüşüm doğrudan cezalandırma, gözaltı, sansür ve yasaklar aracılığıyla yapılırken
bazı Batı demokrasilerinde bu baskı, sosyal dışlanma, iptal kültürü ve kimlik temelli kırılmalar yoluyla daha “şeffaf” ama aynı ölçüde etkili biçimde uygulanıyor.
Her iki durumda da amaç aynı: Düşünen bireyin kendini yalnız, risk altında ve kırılgan hissetmesi.
Çünkü yalnızlaşan düşünce, önce susar, sonra silinir.
Ve geriye yalnızca yankılar kalır.