Deniz Yıldırım

Kaynak tartışmasında yöntem

14 Nisan 2021 Çarşamba

Muhalefetin üzerinde uzlaştığı konulardan biri de kaynak meselesi. CHP’nin doğru şekilde öne çıkardığı ve diğer siyasal, toplumsal muhalefet güçlerinin de benzer bir çerçeveden ısrarla gündeme getirdiği “128 Milyar Dolar Nerede?” kampanyası, alternatif bir ekonomik modeli tartıştırma potansiyeli de taşıyor. Bu açıdan da önemli.

Fakat bu kaynak tartışmasında düzeyleri ikiye ayırmak gerek. İlk düzey bize şunu söylüyor: Evet, memleketin kaynakları var. Bu kaynaklar yerinde kullanılsa, inşaat ve ihale zenginleri etrafında bir düzen oluşturan ayrıcalıklılar sistemi ayakta duramayacak.

Bu kaynaklar yerinde kullanılsa, öğretmensiz okul kalmayacak. Okullarda kütüphane, bilgisayar olacak. Güvencesiz çalıştırma biçimleri yaygınlaştırılamayacak. Aşı daha hızlı gelecek. Kuşkusuz liste uzatılabilir. Kaynakların var olduğunun ortaya konması, bu kaynakların nereye, kimler için harcandığı ve harcanabileceği tartışmasını da beraberinde getirecek. Çok önemli. Bu ilk düzey, ağırlıklı olarak iktidar bloku ve onun etrafındaki sermaye kesimlerinin hegemonyası bağlamında da sarsıcı etkiler yaratacak. Kanal İstanbul aracılığıyla ülkenin geleceğini bir kere daha ipotek altına alma hamlesine karşı halkın gündemi, kaynakların niye halk için kullanılmadığı sorusu etrafında oluşabilecek.

Dolayısıyla ilk düzey, kaynakların var olduğunu göstermeye ve bunların kamusal olarak, halk için kullanılabileceğini kanıtlamaya yarıyor. Bu düzeyde, kaynakların var olduğu ve özel çıkar ya da hata yoluyla heba edildiği iddia ediliyorsa, bu durumda bu ilk düzeyde açılan kaynak tartışmasını yapanlar, kamucu bir programa sahip olmalı, kaynakları kamucu bir çerçeve içinde kullanacağını, kamusal hizmetlere ve üretime göre değerlendireceğini de ilan etmeli. Bir yanda kaynak tartıştırıp öbür yanda Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmelerini yapmış olmakla övünmek abes çünkü.

İKİNCİ DÜZEY

İlk düzey bölüşüm ilişkileriyle ilgiliyse, ikinci düzey daha temelde üretim ilişkileriyle, bu kaynakların nasıl oluşturulduğuyla bağlantılı. Türkiye’de emekçiler yoğun bir saldırı ve sömürü altında. Bu saldırı, kimi zaman Kod 29 adı verilen istisnai tedbirlerle emekçileri işten atmaya varıyor; kimi zaman işçiyi tedbirsizce madene indirerek veya inşaata çıkararak ölüme yollamakla görünür oluyor. Türkiye’nin dört bir yanında işçiler seslerini duyurmaya, adaletsizliğe karşı gündem oluşturmaya çalışıyor. İşten atılanlar bir yanda; Soma’da, Çorlu’da evlatlarını, eşlerini mezara koyan ailelerin mahkeme salonlarında, her acıyı tekrar yaşayarak verdikleri adalet mücadelesi diğer yanda. İçimiz yanıyor.

Pandemi döneminde ise emeğe dönük saldırılar daha da arttı. İşçiler virüs riskine rağmen kalabalık ortamlarda çalıştırılıyor, toplu ulaşıma mahkûm ediliyor. Borç ya da işsizlik yüzünden intihar eden çiftçiler, esnaflar, gençler var. Aşısı olan bir hastalıkta çalıştırılıp yaşamını yitiren öğretmenler var. Bu ortamda da kimse itiraz etmesin, kimse örgütlenmesin, sadece orta ve büyük sermaye kesiminin kârları artsın isteniyor. Otoriter rejimin geniş sınıf temeli burası ve bu koşullarda küçük girişimci, esnaf, köylü kan ağlarken; işçi, emekli, işsiz de hayata tutunmak için büyük mücadele veriyor.

Bütün bunlar, sözünü ettiğimiz kaynakların, geçinemeyen, sömürülen emekçi çoğunluk sayesinde yaratıldığını gösteriyor. Zira Türkiye’de hak yemeden, emeğiyle geçinen büyük çoğunluk vergi kaçırmıyor, af ya da muafiyetle, istisnalarla kazanımlarını büyütmüyor. Aksine, sınırlı gelirden kesilen doğrudan vergilerin yanında, tüketimde bel büken dolaylı vergilerle de bu memleketin üreten, çalışan çoğunluğu Hazine’yi ayakta tutuyor.

Bu ikinci düzeyde de kaynakların elde edilmesi sürecindeki büyük adaletsizliği gidermek gerek. Bu da vergi politikasından ücret politikasına kadar daha geniş bir sosyal adalet sistemini zorunlu kılıyor. Bu düzey, aynı zamanda, 12 Eylül askeri darbesinden bu yana örgütsüz, zayıf, baskı altında bir emek gücü yaratılmasından, AKP devrinde de otoriter bir siyasal düzen inşa edilmesi sayesinde işçilerin haklarının budanmasından mutlu olan tüm sermaye kesimlerini tartışmaya dahil etmeyi gerektiriyor.

İlk düzeyde muhalefet partilerinin programa dair belirsizlikleri sürüyor. Türkiye’nin sosyal adalet yanlıları bu ilk düzeyden ayrışmadan, buradaki tartışmayı kamuculuk yönünde önemli bir gündem maddesi olarak sahiplenmeli, belirsizliğin yönünü çizmeli.

İkinci düzey ise ilk düzeydeki ana akım siyasal aktörlerin tek başlarına yürütebilecekleri bir tartışma değil. O nedenle de hayata emeğin, ezilen çoğunluğun gözünden bakan mücadeleleri sahiplenmek, büyütmek gerekiyor. Bir sosyal, ekonomik program olarak halkçılık da burada önem kazanıyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları