Bu yazı Özgür Özel’in “Stockholm Sendromu” uyarısı üzerine, geçen hafta Salı günü başladığım yazıların dördüncüsü.
1) “Süreç” ile, Türkiye’nin “Üniter Demokratik ve Laik Cumhuriyet” yapısının değiştirilmesinin hedeflendiği, bizzat ABD Büyükelçisi’nin söylemleriyle, sadece Türkiye değil, bütün dünya kamuoyuna da duyuruldu.
2) Gerek içerideki, gerek dışarıdaki “En yetkili ağızlardan” ifade edilen söylemler, “Süreç” bağlamında “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti olan Üniter Cumhuriyet” yerine, ırklara, dinlere ve daha da önemlisi mezheplere dayalı bir federatif yapıyı gündeme getirdi.
3) Böylece “Süreç”, toplumun, devletin varlığına ve temel değerlerine ters düşen bir niteliğe büründü.
4) İktidar’ın 23 yıllık yönetimi boyunca, toplumu sürekli olarak yönlendirdiği ve biçimlendirdiği eylem ve söylemlere de aykırı.
5) “Süreç” İktidar partilerinin kendi tabanlarına verdikleri mesajları bile tam tersine çevirdiği için, sahip oldukları seçmen desteğini eritiyor.
6) Ayrıca, İktidarın oy almak için kullandığı iddialara ve vaatlere aykırı olması bir yana, yüzyıllık Cumhuriyet Değerlerine de ters.
7) İktidar, aynı anda birbirine zıt siyasal eylem ve söylemlerle ve bunlara göre değişen yargı kararlarıyla, Anayasal Pozitif Hukuku yozlaştırdı; toplumu ve siyaseti şirazesinden çıkardı, adeta sersemletti.
8) “Barış” ve “Demokrasi” derken Ana Muhalefet Partisi CHP’yi kapatmak için harekete geçti; belediye başkanlarını ve belediye çalışanlarını hapse attı.
9) Kürt vatandaşlarımıza, zaten anayasal hakları olan “Eşitlik” uygulamalarını yeniden vaat ederken Kürt kökenli politikacıları da görevden aldı ve hapse attı.
10) Cumhurbaşkanı adayı olan iki politikacıyı bile hapse attı ve orada tutuyor.
11) “Süreç” için kurulmuş olan Komisyon’un İmralı ziyaretinde attığı adımlar dahi, kamuoyu tepkili olduğu için, gizlenmeye çalışıldı.
12) İmralı müzakereleri tutanağının özetinin açıklanması bile, İktidar ile DEM arasında, gerçeğe uygunluk tartışması yarattı.
13) Kamuoyunun önemli bir bölümü, “Sürecin” dışarıdan yönetildiği izlenimine sahip.
14) “Terörsüz Türkiye” denmesine rağmen, PKK’nin silah bırakıp bırakmadığı, Suriye’de konuşlanıp konuşlanmadığı, Türkiye için tehdit oluşturup oluşturmadığı ve İktidarın bu konulardaki politikaları hâlâ net değil ve tartışmalı.
Sonuç olarak İktidar, toplumun kabul etmesi pek olanaklı olmayan bir “Süreci”, çelişik eylem ve söylemlerle iyice kabul edilemez hale getirmiş olarak uygulamaya sokmuş görünüyor.
***
Kamuoyunda tartışılan konuyu dosdoğru ve dürüst olarak ifade edelim:
Kamuoyunun önemli bir bölümü İktidar’ın “Açılım Süreci”ni, ilan ettiği gibi “Barış” “Demokrasi” ve “Terörsüz Türkiye” için değil, başarısızlıklarından dolayı siyaseten biten ömrünü uzatmak için, içeride DEM Parti’den, dışarıda Emperyalizmden destek aradığı için yaptığını düşünüyor.
İşte bu noktada, Özgür Özel’in zekice gündeme getirdiği Stockholm Sendromu devreye giriyor.
Gerek bireysel Stockholm Sendromu gerek onun toplumsal ikiz kardeşi olan Şok Doktrini birlikte, İktidarın siyaseten olanaksız görülen ve toplumun bütün değerlerine aykırı olan bu virajı almak için yaptığı bütün çelişkili eylem ve söylemleri açıklamakta kullanılabilecek iki kavram.
“Süreci” anlayabilmek için, en azından bu iki kavramı ve bunların arkasındaki üç kişiyi tanımak gerekiyor:
Stockholm Sendromu ve polisle çalışan bir Psikiyatrist-Kriminolog, Nils Bejerot...
Şok Doktrini ve ABD istihbarat örgütü CIA ile çalışan Psikiyatrist Ewen Cameron ve Kanadalı gazeteci Naomi Klein.
Yerim bittiği için bu iki kavramın ve bu üç kişinin anlatılması 5. yazıya kaldı.
Ama hemen bir ipucu vereyim:
Stockholm Sendromu ile Şok Doktrini’ni ikiz kardeş yapan kromozom ayniyeti, her ikisinin de şiddet ve korkuya dayanmasından kaynaklanır!