İmralı vesilesiyle CHP dövmek - Esat Aydın
Olaylar Ve Görüşler
Son Köşe Yazıları

İmralı vesilesiyle CHP dövmek - Esat Aydın

26.11.2025 04:00
Güncellenme:
Takip Et:

Saramago’nun Körlük romanında felaket karanlıktan gelmez; aksine her şeyi bembeyaz bir ışık yutar.

Gözler açıktır, gündelik hayat sürer, insanlar konuşur, kararlar alır, tartışmalar yapılır; ama bağlam kaybolduğu için hakikat görünmez olur.

Türkiye’de siyasal tartışmanın büyük kısmı da böyle bir beyaz körlük halinde yürüyor: Görme yetisinin değil, gerçekliğin siyasal mimarisinin yitimi…

Rejimin gövdesini, iktidarın elinde biriken zor ve imtiyaz mimarisini, eşitsiz oyun alanının kurucu mekanizmalarını paranteze alıp, muhalefeti “niye şunu yapmadı?” diye azarlayan bir soyutluğa saplanıyor.

Zorbalığın haritası görünmezleşince, eleştiri ister istemez yanlış hedefe yöneliyor; “ağanın başını saklayıp köyün yetimini dövme” kolaycılığına…

Medyascope’ta çıkan Mümtazer Türköne’nin yazısı da bu hattın tipik bir üretimi. CHP’nin komisyonun İmralı ziyaretine üye vermeme kararını, “popülizmin parantezi”ne alıyor; halk rızasını, toplumsal nabzı dikkate alan her siyasal ihtiyatı, peşinen bir “kitle kuyrukçuluğu” gibi okuyor.

Böylece eleştiri, Türkiye’nin siyasal gerçekliğini dışarıda bırakan bir demokrasi fantezisi üzerine kuruluyor.

Sanki iktidar sıradan bir rakipmiş, sanki yargı bir siyasal aparat değilmiş, sanki medya tekeli yokmuş, sanki muhalefet kriminalize edilmiyormuş, sanki seçimle iktidar değişiminin zemini hala olduğu gibi duruyormuş gibi…

O parantezin içine bunları koymadan CHP’yi “cesaret” sınavına çekmek, eleştiriyi daha baştan rejimin diline eklemlemekten başka bir şey değil.

Türkiye’de siyaset artık eşit aktörlerin serbest rekabeti değil; seçimlerin varlığını korusa bile oyunun kurallarının devlet gücüyle sürekli yeniden yazıldığı bir rekabetçi-planlı otoriter düzlem…

Burada muhalefetin her hamlesi, niyet ve doğruluk ölçüsünden önce, iktidarın onu nasıl bir tuzağa çevireceği ihtimaliyle birlikte düşünülür.

Bir hamlenin “doğru” olması yetmez; o hamlenin iktidar tarafından nasıl bir dosyaya bağlanacağı, nasıl propaganda malzemesine dönüştürüleceği, nasıl ters yüz edilip muhalefetin alnına sürüleceği hesabı çoktan siyasetin maddi parçası haline gelmiştir. Bu gerçekliği yok sayan her eleştiri, “normal ülke, normal siyaset” masalıyla konuşur; masal dili ise rejimin işine yarar.

Bu körlüğün nasıl bir siyasal işlev ürettiğini görmek için aynı haftanın başka sahnesine bakmak yeter. Bahçeli, Meclis grup toplantısında milletvekillerine dönüp İmralı’ya gidiş iznini soruyor; salondaki alkışı alır almaz da bu dar salon iradesini “milletin özü” ve “milletin öz kararı” diye bütün bir yurttaşlığın yerine ikame ediyor.

Bir parti grubunun ritüel alkışını “milletin kararı” saymak, otoriter meşruiyet mühendisliğinin kristal hali. İktidar bloğunu devletle özdeşleştirip, kendi kapalı çevresini “milletin kendisi” ilan eden her rejim gibi, burada da “millet” bir toplumsal çoğulluktan çıkarılıyor, iktidarın aynasına yansıyan tekil bir suret olarak kuruluyor. “Millet biziz” diyen bir iktidar, muhalefeti daha cümle kurulmadan millet dışına iter; sonra da o muhalefetten “millet adına cesur davranmasını” bekleyip, davranmadığında onu döver. Rejimin dili budur…

Bu dili görmeyip “popülizme sapmak”la suçlamak, eleştirinin yönünü ve sınırını iktidarın tezgahına teslim etmektir.

Üstelik Bahçeli’nin kurduğu “Silivri’ye gidiliyorsa İmralı’ya da gidilir” cümlesi, iktidarın rejimsel diliyle taktik ihtiyaçlarının nasıl birbirine yapıştığını da gösteriyor.

Bahçeli, “ikisi de Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, aralarında fark yok” diyerek İmralı’yı sıradan bir cezaevi ziyareti gibi normalleştirmeye çalışıyor.

Zülal Kalkandelen bu haftaki yazısında hatırlattı: Aynı Bahçeli 2013’te Silivri’de İlker Başbuğ’u ziyaret ettikten sonra şunu söylemişti: “Silivri, İmralı’nın dengi ve eşiti değildir… Bu İmralı’ya muadil bir adım değildir.”

Doğru; “arşiv unutmuyor.”

Bahçeli siyasetinin alamet-i farikası haline gelmiş bu yön değiştirme, meselenin rejim konsolidasyonu penceresinden yürütüldüğünü ele veriyor.

İmralı’yı “eşdeğer ziyaret” diye paketleyen söylem, bugünün otoriter normalleştirmesi…

Sahnenin ikinci katmanı daha da öğretici. Öcalan Meclis’e gelsin diyerek perdeyi açan Bahçeli, DEM Parti grubunda atılan Öcalan sloganlarını “Meclis çatısı altında taşkın sloganlara yer yoktur” diye eleştirmişti.

Yani bir yandan İmralı’ya gidişi kendisi için bir siyasal hamle alanı olarak açarken; öte yandan aynı sürecin politik dilini “taşkın” diye damgalayarak yine kendince disipline ediyor, sınırını çiziyor.

Bu çoklu tutum rejimin çok katmanlı işleyişini de ele veriyor.

Müzakere alanını kendi denetiminde açmak, meşruiyet ve söylem alanını aynı denetimle daraltmak…

Kapıyı açan da iktidar, eşiği kimin hangi kelimeyle aşacağını belirleyen de…

Böylesi bir düzende muhalefetin atacağı her adım, bir tercih sayılmıyor, iktidarın çizdiği labirentte hayatta kalma hamlesine dönüşüyor.

Bu labirenti görmeden muhalefeti “niye şu kapıdan girmedin?” diye azarlamak, fiilen labirentin mimarının yanında saf tutmaktır.

Kemal Can’ın yine Medyascope’ta hatırlattığı tablo tam olarak burada yerine oturuyor. Kısaca şöyle yorumluyor Kemal Can: “CHP komisyona katıldığında ‘Türk mahallesindeki işinin bittiği’ ilan edilmişti; şimdi de ‘Kürt mahallesinden kovulacağı’ kesinmiş gibi konuşanlar var.

Oysa sırf bu nedenle dünyanın yerinden oynamayacağı açık.

Süreci taktik bir kıskaca çeviren, komisyonu kapalı devre çalıştıran, somut hiçbir demokratik zemin üretmeden işi bir tür güç gösterisine indirgeyen belirleyici aktörler baştan beri böyle davrandılar. Dolayısıyla “bir çuval incirin berbat edilmesi” vebalini tek başına CHP’ye yüklemek, rejimin taktikçilikteki maharetsizliğini muhalefetin sırtına yıkmaktan ibaret. Sorumlu aranacaksa, süreci iyice taktik mücadeleye çevirip somut hiçbir şey yapmadığı halde teşekkürlere boğulanlara bakmak gerekir.”

Türkiye’de siyaset, artık rekabet değil.

Seçimsizleştirme ve “lawfare” ile iç içe geçmiş bir mimari…

İktidar “yargı yoluyla siyaset” dahil her pratiği olağan bir yönetim tekniği haline getirerek muhalefeti bir şekilde “fail” konumuna hapsediyor.

Bu koşullar altında İmralı ziyaretine katılmak da katılmamak da bir çifte bağın içinde. Katılsa “terörle temas” yaftasıyla kamuyoyu- medya saldırısının kapısı açılacak; katılmasa “barış ya da Kürt düşmanı” diye hedefe çakılacak.

Rejimin kurduğu kıskacın mantığı budur: muhalefeti hangi adımı atarsa atsın cezalandırılabilir bir alana hapsetmek.

Bu çifte bağ görülmeden atılan her “popülizm” suçlaması, iktidarın kurduğu oyunu perdelemekle kalmaz, oyunu tamamlar.

Tuncer Bakırhan’ın“Cumhuriyet Halk Partisi'nin üye vermeme kararı Kürtleri yaralamıştır, kırmıştır……..Böylesine yüzyıllık bir yaranın sarılacağı bu dönemde, sorumluluk almama durumunu bir yere not ettik.” diyerek CHP’yi suçlaması, Pervin Buldan’ın atıp tepkiler üzerine sildiği tweet de tam bu çifte bağın muhalefeti nasıl iki taraftan sıkıştırdığını gösteriyor.

Rejimin labirentinde muhalefet hangi kapıya yönelse, başka bir yerden “ihanet” yaftasıyla karşılanıyor; tartışma barışın toplumsal zeminiyle değil, mahalle disiplinleriyle yürütülüyor.

Barış gibi ağır bir tarihsel meselenin dilini de kirleten bir kolaycılığa Sezin Öney’in de haklı bir hayreti var: “Çatışma ve Çözümü Analizi çalıştım, okudum; barış yanlısı olduğunu söyleyenlerin bu kadar nefret dolu bir dilin kullandığı hiçbir örnek yoktur.

Barış zamanları, dost kazanılan günlerdir; olanları aşırı agresiflikle kaybetmek ise, ilkesizliği geçtim kendi kuyusunu kazmaktır.”

Tam da bu yüzden bağlamı görmezden gelen her “sertlik gösterisi”, barışı büyütmez; barışı daha doğmadan boğar; eleştiri olmaktan çıkar ve iktidarın sahnesine çalışır.

Rejim bugün baskının üstüne bir “korkak muhalefet hikayesi” de inşa ediyor.

Bu hikaye, hem baskının maliyetini düşürüyor hem de toplumsal öfkeyi güvenli bir kanala, yani muhalefete yönlendiriyor.

“CHP popülizme teslim oldu” gibi hükümler ya da “not etmeler” niyetten bağımsız olarak bu hikayenin taşıyıcısı haline geliyor. Eleştiri, güç ilişkilerini tahkim eden bir işleve bürünüyor.

Böyle bir eleştiri, tartışmayı yüzeyselleştiriyor, kilitliyor, bir noktada donduruyor.

Mesele şu sorularda asılı kalıyor: İmralı süreci, demokratikleşme ve barış için mi; yoksa rejimin yeni bir konsolidasyon hamlesi için mi kurgulanıyor?

Komisyonun kapalı devre çalıştırılması, meşruiyetin parti salonlarında “millet” diye paketlenmesi bu hattın otoriter bir pazarlık zemini olarak düşünüldüğünü göstermiyor mu?

Gösteriyorsa, muhalefetin tavrını değerlendirmenin ilk şartı bu zemini teşhir etmek değil mi?

Sonuç olarak:

Türkiye’de anlamlı eleştiri, rejimin adını koymadan yapılamaz.

İktidarın kurduğu oyunun kuralları tek taraflı; oyun alanı eşitsiz, denetim mekanizmaları rehin, yargı siyasallaşmış, medya tekele bağlanmış, muhalefet her adımda tehdit altında…

Bu koşullar yok sayıldığında “CHP neden daha cesur davranmadı?” sorusu eksik kalmanın ötesinde, rejim açısından işlevsel bir hal alıyor.

Çünkü cezalandırma kapasitesini, korku siyasetini, meşruiyet gaspını görünmezleştirip yükü muhalefetin omzuna yıkıyor.

Bahçeli’nin bir parti salonundaki alkışı “milletin öz kararı” diye sunabilmesi, tam da bu görünmezlik perdesinin içinde mümkün oluyor.

Türköne’nin yazısı ve benzeri hat ise bu perdeyi yırtmak yerine kalınlaştırıyor.

Ne yeni bir imkan yaratıyor ne de otoriter yapıda bir gedik açıyor.

Tekrarın dışına çıkmanın tek yolu, siyasal gerçekliği bütün çıplaklığıyla, iktidar mimarisinin bütün dişlileriyle birlikte konuşmaktır.

Belki de mesele, kimin İmralı’ya gidip gitmediği değil, kimin bu rejimin kurduğu körlükte ısrar ettiği.

Saramago’nun doktorun karısına söyletip hepimize bıraktığı o son cümleyi Türkiye’ye çevirelim: “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum; biz zaten kördük… gördüğü halde görmeyen körlerdik.”

Bugün rejimin güç mimarisini görmeden, İmralı sürecini de barış ihtimalini de bir taktik azara, bir mahalle dedikodusuna, bir muhalefet dövme törenine indirgeyen her okuma işte o “gören ama görmeyen” körlüktür.

Oysa barış, eşit yurttaşlığın ufkudur; o ufka yürümek için önce bu rejimin adını koymak, iktidarın meşruiyet hırsızlığını teşhir etmek gerekir.

Barış, önce görmeyi geri çağırmakla başlayacak; otoriter mimariyi ifşa etmekle, eşitsiz oyunu teşhir etmekle…

Görme geri gelmeden, barışın gelme ihtimali de yok; çünkü bu ülkede barışın ilk şartı, ağayı nihayet görünür kılmaktır.

ESAT AYDIN

SİYASAL İLETİŞİMCİ, YAZAR

Yazarın Son Yazıları

Programda işçinin adı yok - Engin Ünsal

CHP 39. Olağan Kurultayı’nda tüzük değişikliği yaptı ve iktidar programını kabul etti.

Devamını Oku
17.12.2025
Yargı öyküleri - Ziya Yergök

Yıllar önce, 5 Ocak 1982’de Çetin Altan’ın Milliyet gazetesindeki “Şeytanın gör dediği” adlı köşesinde “Eski (Mahkeme Koridorları) sütununa özlem” başlıklı yazısında yer alan, bir ceza avukatının “Oturum” adlı anı kitabından alıntılanmış ilginç bir yargı öyküsüne değinmek istiyorum.

Devamını Oku
17.12.2025
Devletçiliğe dönebilmek... - Kemal Onur

Demokratik ve laik sosyal hukuk devletimizin kurucu lideri Atatürk’ün yönetimi döneminde; ülkemizin ulusal çıkarı açısından bilimsel anlayış ve duyarlı bir bilinçle, iç ve dış sermaye şirketlerinin çıkarları için vahşi madenciliğe kesinlikle fırsat verilmemiştir!

Devamını Oku
17.12.2025
Bu çığlığı duyun! - Mustafa Gazalcı

MESEM, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sözde mesleki teknik eğitim merkezleri uygulaması.

Devamını Oku
16.12.2025
ABD’nin esnek realist stratejisi - Nejat Eslen

11 Eylül’ün hemen sonrasında ABD, tek kutuplu dünya düzeninin verdiği cesaretle küresel egemen güç olmanın hayallerini kuruyordu.

Devamını Oku
16.12.2025
Çağdaşlık yolunda bir ömür - Hüseyin Karataş

Çağdaşlık eksikliğine ve dokunulmazlara dokunan sevgili hocam Prof. Dr. Türkan Saylan...

Devamını Oku
13.12.2025
Geleceğin savaş alanı, Türkiye ve Karadeniz - Doğu Silahçıoğlu

“Erken Cumhuriyet dönemi”nde (1923-1938) savunma sanayisindeki gelişmeler Türkiye’yi; başta uçak olmak üzere harp silah araç gereçlerinde dış satım yapan bir ülke konumuna getirmişti.

Devamını Oku
12.12.2025
Gençlik MESEM’den büyüktür - Kaan Eroğuz

AKP iktidarı tarafından 2016 yılında örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alınan mesleki eğitim merkezleri (MESEM), çocuk işçiliğinin yaygınlaşmasında ve “kurumsallaşmasında” kritik bir rol oynuyor

Devamını Oku
12.12.2025
Komisyonda emekçinin adı yok - Şükrü Karaman

Milyonlarca emekçinin yeni ücrete ilişkin alacağı kararı merakla beklediği Asgari Ücret Tespit Komisyonu çalışmalarına yarın başlayacak.

Devamını Oku
11.12.2025
İnsan onuru ve demokrasi - Ayşe Atalay

TDK sözlüğünde “onur” kavramı insanın kendisine karşı duyduğu saygı olarak tanımlanıyor.

Devamını Oku
11.12.2025
Karadeniz’de neler oluyor? - Can Erenoğlu

Dünyanın en güvenli ve istikrarlı denizi Karadeniz dünyanın en tehlikeli deniz alanına mı dönüştürülüyor?

Devamını Oku
10.12.2025
Gelir adaletsizliği tırmanıyor! - Devrim Onur Erdağ

Türkiye'de emeğin değeri uzun zamandır siyaset meydanında sıkça dile getirilen bir konu.

Devamını Oku
10.12.2025
Yeni feodal çağ ve dijital baronluk - Doğan Sevimbike

Yanis Varoufakis’in No Kings Means No Barons başlıklı yazısı, çağımızın ekonomik ve siyasal düzenini “yeni bir feodalizm” olarak niteliyor.

Devamını Oku
09.12.2025
Erdoğan’ın 2005’teki hayalleri - Kadir Serkan Selçuk

Yıl 2005. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, o dönem henüz el konmamış olan Sabah gazetesinin 20. kuruluş yıldönümü için gazeteye bir yazı yazmıştı.

Devamını Oku
09.12.2025
Terörist başının ayağına gitmek... - Hatice Topçu

Ulus devletler; tarih bilinci, ortak coğrafya ve dil birliğine dayanır.

Devamını Oku
08.12.2025
‘Kırkyama’ siyaset… - Prof. Dr. Utku Yapıcı

Türk siyasetinde son yıllardaki en ilginç gelişme siyasi kimlikler düzleminde yaşanıyor.

Devamını Oku
08.12.2025
Çocuklarımız artık kimsesiz mi? - Özgür Hüseyin Akış

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında söylenmiş bir cümle hâlâ kulaklarımızda çınlar:

Devamını Oku
07.12.2025
Çözüm mü, çözülme mi? - Ülgen Zeki Ok

Emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki kirli emellerinin önündeki en büyük engel olan Atatürk’ü Türk halkının yüreğinden söküp atmak, yani öldürebilmek için bir gri propaganda yöntemi uyguluyor.

Devamını Oku
06.12.2025
Tek Çin ilkesi - Wei Xiaodong

Türkiye’de Çin’in Tayvan bölgesi yaygın olarak bilinse de bu bölgeye ilişkin tarihi ve siyasi bilgiler genellikle sınırlı kalmaktadır.

Devamını Oku
05.12.2025
Cumhuriyete sahip çıkma konuşması: Atatürk’ün ‘Bursa Nutku’ - Hamdi Yaver Aktan

Mustafa Kemal Paşa, 3 Şubat 1933 akşamı İzmir Kordon’daki köşkte akşam yemeği sırasında Bursa’daki olayı öğrenir.

Devamını Oku
03.12.2025
Demokraside seçilenler özgür olmalı - Hüseyin Mert

Demokrasi; çağdaş yaşamın, mutluluğun, ekonomik kalkınmanın ve her türlü gelişmenin önkoşulu, altyapısı ve temelidir.

Devamını Oku
03.12.2025
İktidarın eğitimdeki U dönüşleri - Nazım Mutlu

Siyasal yaşamının toplamı çeyrek yüzyılı bulan iktidar partisinin kısa tarihi, sayısız U dönüşleriyle doludur.

Devamını Oku
03.12.2025
Tekke ve zaviyelerin kapatılması - Doç. Dr. Hüner Tuncer

Tekkeler ve zaviyeler, İslamdaki tarikatların dinsel tören, toplantı ve eğitim yerleridir.

Devamını Oku
02.12.2025
Suyun akışını sürdürmek - Dr. Anıl Yıldırım Poyraz

“Su ateşe galiptir ancak bir kaba girerse ateş onu kaynatıp yok eder.” - Mevlana

Devamını Oku
02.12.2025
21.yüzyılda Türkiye’de sosyal demokrasi - Halil Sarıgöz

Sosyal demokrat partilerin tarihsel serüvenine baktığımızda, parti programlarının yalnızca birer teknik metin değil; toplumun yönünü, siyasal aklın niteliğini ve iktidar imgelemini belirleyen kurucu belgeler olduğunu görürüz.

Devamını Oku
01.12.2025
Gıda güvenliği sistemimiz alarm veriyor - Adnan Serpen

Gıda yaşam için olmazsa olmazdır ancak kirlenirse hastalığa, hatta ölüme bile neden olabilmektedir.

Devamını Oku
01.12.2025
Buğra Gökce, Silivri'den Cumhuriyet'e yazdı

Otuz altıncı pazar...

Devamını Oku
29.11.2025
İhanetin adı barış olamaz… - Erol Ertuğrul

Güzel yurdumuzda 23 yıldır uygulanan politikalarla, üniter devlet yapımıza ve Cumhuriyetimizin kuruluş anlayışına uymayan görüşler seslerini yükseltmeye başladı.

Devamını Oku
29.11.2025
İmralı ziyareti ve TBMM - Hüseyin Özkahraman

Türkiye’de “Kürt meselesi”, etnik kimlik tartışmalarını aşan; devlet-toplum ilişkilerini, siyasal katılım biçimlerini, demokratikleşme dinamiklerini ve meşruiyet tartışmalarını doğrudan etkileyen çok katmanlı bir olgudur.

Devamını Oku
28.11.2025
İddianame hukukla bağlı mı? - Doğan Erkan

İmamoğlu iddianamesi başından beri hukuk dili yerine tercih edilen siyasal retoriğiyle, delil boşluğuyla, rivayet anlatımlarıyla tartışılıyor.

Devamını Oku
28.11.2025
Seçimin sakatlanması - Cihangir Dumanlı

Anayasamızın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlettir.

Devamını Oku
27.11.2025
Kurucu felsefeye dönüş - Mehmet Tomanbay

Son açıklanan TÜİK verileri enflasyon, işsizlik ve derinleşen yoksulluğun gittikçe büyüyen sorunlar olduğunu göstermektedir.

Devamını Oku
27.11.2025
İmralı vesilesiyle CHP dövmek - Esat Aydın

İmralı vesilesiyle CHP dövmek - Esat Aydın

Devamını Oku
26.11.2025
Eğitim sürecinde öğretme ve öğrenme - Cihat Karaali

Geçmişte eğitimciler yalnızca öğretmen değillerdi.

Devamını Oku
26.11.2025
Düzensiz dünya nereye gidiyor? - Nejat Eslen

Yeni bin yılın ilk yüzyılının ilk çeyreği yakında bitecek.

Devamını Oku
26.11.2025
Radbruch formülü ve Türkiye bağlamı - Başar Yaltı

Daha önce bu sütunlarda yayımlanan “Adaletsizliği Görmek” (Cumhuriyet, 07.11.2025) başlıklı yazımızda; adalete giden yolun adaletsizliği görmekten geçtiğini, bir hukuk düzeninde karar veren konumundaki tüm görevliler ile hukuk normlarını uygulayan tüm yetkililerin adaletsizliği görmek, önlemek ve adaleti yerine getirmekle görevli olduklarını, adaletsizliği görme yetisine sahip olmayanların yargıç ve savcı yapılmaması gerektiğini belirtmiştik.

Devamını Oku
25.11.2025
Türkiye Araf’ta - Gani Işık

Şimdilerde Türkiye’ye bir hal oldu; Cumhur İttifakı, İmralı ile hemhal oldu.

Devamını Oku
25.11.2025
Öğretmenim, canım benim! - Duran Güldemir

24 Kasım Öğretmenler Günü’nün anlamını ve önemini anlatmak için söylenecek çok söz var elbette ancak Ceyhun Atuf Kansu’nun “Dünyanın Bütün Çiçekleri” şiirinin bu dizeleri sanki bir başka söze gerek yoktur der gibi derin bir duygusallık içine sürüklemektedir bizi.

Devamını Oku
24.11.2025
Uçak kazasının düşündürdükleri... - Cumhur Utku

Geçen hafta Azerbaycan-Gürcistan sınırında düşen askeri uçağımızla ilgili bir tanımı düzeltelim

Devamını Oku
22.11.2025
Türkiye’de şap hastalığı neden hâlâ bitmiyor? - Gülay Ertürk

Türkiye’de hayvancılığın en büyük sorunlarından biri, aradan geçen yüzyıllara rağmen hâlâ kontrol altına alınamayan şap hastalığıdır.

Devamını Oku
21.11.2025