Tekkeler ve zaviyeler, İslamdaki tarikatların dinsel tören, toplantı ve eğitim yerleridir. Bu dinsel tören yerlerinin büyükleri tekke, dergâh; küçükleri zaviye olarak adlandırılır. Tarikatlara mensup kişiler zaman zaman tekke ve zaviyelerde toplanırlar; törelerine, inanışlarına göre törenler düzenler, özel giysileriyle bu törenlerde sözlü, müzikli gösteriler yaparlar.
Osmanlı toplum yapısında tarikatların önemi her dönemde etkisini göstermiş; özellikle devletin zayıflaması ve güçsüzleşmesi sonucunda, tarikatlar güçlerini daha da artırmıştı. Ancak şu hususu da göz ardı etmemek gerekir ki bazı tarikatların tekkeleri, ahlaksızlık ile her türlü fesatçılığın, çıkarcılığın, vurgunculuğun yapıldığı dinle ilgisi olmayan bağnazlık yuvalarına dönüşmüştü.
TOPLUMUN SÖMÜRÜLMESİ
Tekke ile zaviyelerin dışında, Osmanlı toplumunda türbelerin (dince, mezhepçe, tarikatça ulu kişilerin anıtsal mezarları) de ayrı bir önemi bulunmaktaydı. Ancak türbeler de tekkeler ve zaviyeler gibi giderek birer vurgun ve soygun yeri haline gelmişti. Muskacılık, falcılık, gaipten haber vericilik, kader okuyuculuk, üfürükçülük tekke ulularının, türbedarların geliştirip yaydıkları, halkı sömüren toplumsal hastalıklardı.
30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatılmıştı. “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıkla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa”, üç maddeden oluşmaktaydı. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti’nde bulunan tarikatlar yasaklanıyor; şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, naiblik, emirlik unvanları kaldırılıyor; büyücülük, üfürükçülük, falcılık, muskacılık vs. gibi sıfatların kullanılması ve bunlara ilişkin kıyafetlerin giyilmesi yasaklanıyordu. Ayrıca, sultanlara ve tarikatlara ait bütün türbeler de kapatılıyordu.

ÇAĞDAŞLAŞMANIN ÖNÜNDEKİ ENGEL
Mustafa Kemal, tekkeler ile zaviyelerin kapatılması kararının ardından şu konuşmayı yapmıştı: “Ey ulus, biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar (tarikata bağlı kişiler) ülkesi olamaz! En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır!”
Atatürk şöyle demekteydi: “Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve yazgılarını ve canlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşan bir topluluğa uygar bir ulus denebilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini yanlış olarak gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi insanların ve kurumların yeni Türkiye Devleti’nde, Türkiye Cumhuriyeti’nde varlıklarını daha da sürdürmeleri doğru olur muydu?”
Çağdaş düşünebildiği ve kendi çağını aşabildiği içindir ki Atatürk, özgürlük ve bağımsızlığa kavuşturduğu Türk toplumunun çağdaşlaşmasını amaç edinmişti. Çağdaşlaşmanın önündeki en önemli engellerin başında, hiç kuşkusuz, halkın zihnini bulandıran ve onun doğru düşünmesini engelleyen tarikatlar gelmekteydi. Bu nedenledir ki Atatürk, hiç duraksamadan tarikatların, tekkelerin ve zaviyelerin yasaklanmasını Kasım 1925’te yaşama geçirmişti.
Şu hususu özellikle vurgulamak isterim ki Atatürk’ten ve İsmet İnönü’den sonra ülkemizi yöneten kadrolar, dini politikalarına alet etmekten kaçınmamışlar, hatta bunu özellikle yapmışlar ve tarikatçılık, mezhepçilik ülkemizde yeniden canlandırılarak son derece endişe verici boyutlara ulaşmıştır. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de, tarikatların ve tarikat şeyhlerinin hâlâ halkımız üzerinde hiçbir etkilerinin olmadığını söyleyebilir miyiz?
Doç. Dr. Hüner Tuncer