Söz vardır kitap dolusu anlama bedeldir, söz vardır yaşama umudu bırakmaz duyanda.
Yunus Emre’nin erdemli sözüyle başlayalım:
Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz
Deutsche Telekom Berlin binasının duvarına yazılan şu söz de o türdendir:
“Sevgili dostlarım, arkadaşlarım,
Dostluklar, deniz kıyısındaki çakıl taşlarına benzer. Önce birer birer toplarsın, sonra da yavaş yavaş denize atmaya başlarsın. Ama öyle taşlar vardır ki atmaya kıyamazsın! Denize atamadığın ne kadar taş (dost) kaldı elinde?”
ÖZDEYİŞLER
Mustafa Kemal Atatürk, şu sözüyle, bugün içinde bunaldığımız siyasal karmaşayı yaratanları uyarıyor:
“Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortaktır. Milli irade öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.”
Shakespeare büyük olmak için, sonu nereye varacağını düşünmeyen boş lafçılara sesleniyor:
“Yaşayıp durduğun şu dünyada öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme, kibir ve gurur bütün saltanatları devirir, alçakgönüllü ol, köhne cüppeni üstüne çek!”
Shakespeare’den açılmışken umarım, ülkemizde ağzını açanı içeriye atanlar ders alır şu sözden:
“Ne taş kuleler ne tunç duvarlar ne havasız zindanlar ne zincirler bağlayabilir insan kafasındaki gücü!”
Louis Aragon ise gerçeği can damarından yakalayarak konuşuyor:
“Sakın görünüşe aldanma./ Görünüşte herkes insandır.”
Tolstoy, gerçeğe, insanın iç dünyasına girercesine sesleniyor:
“İnsanın bedenini ameliyat etmek için uyutmak, ruhunu ameliyat etmek için uyandırmak gerekir.”
ŞİİRSEL SÖYLEM
Geleyim bizim söz bilgesine. Düşünceyi şiirsel söylemle bezeyen, gerçekleri sözün gücüyle etkin kılan yeryüzü şairi Nâzım Hikmet, sözcüklerin en etkililerini yaratarak anlamı evrenselleştiriyor:
“Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması, ne kötüdür ona an kadar yakın, bir asır kadar uzak olması...”
Şehrime gel sevgilim.
Yarın çık gel
Bırak her şeyi, bir bekleyenim var de gel.
Gel ki bu şehir adımlarınla anlamlansın,
Gel ki bu şehir nefretim olmaktan çıksın.
Gel ki nefes alayım.
Gel!
Bu sözdeki “an kadar yakın, bir asır kadar uzak” ikinci sözde geçen “bekleyenim var de gel”in yarattığı çağrışım, içimizde yeni duygular yaratıyor.
Nâzım, “Kadınlarımız” başlıklı şiirinde ise şairliği de aşıp, bilgeleşerek kadının her yönden toplumdaki yerini, evrensel insanlığa açıyor:
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız,
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz.
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen,
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen, ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız,
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar,
bizim kadınlarımız
Şiir, dışa kolayca vurulamayan duyumsamaların ürünüdür. O nedenle, onu yazanın anlatı türleri arasında öncelikli bir yeri vardır şiirin.