Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda yattığı odanın pencereleri boğaza bakıyor. Güneşli bir gün değil. Boğaz, kapalı günlerde bile bir yerlerden aydınlıklar devşirir.
Hasta rahatsız olmasın diye bütün perdeler örtük. Gene de boğazın güleğen aydınlığı, perdenin kuşgözü kadar açık aralığından bile sızıp hastanın yüzüne vuruyor.
Anadolu’da ışık sızıntılarından “güneş” yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhunun yansımasıdır bu.
Atatürk son on gündür uyuyup uyanıyor, o küçük aydınlık, bir dost eli gibi her uyanışta onun yüzünü okşuyor. Hasta birkaç dakikalığına kendine geliyor, çok geçmeden gene dalıp gidiyor. Uyanıklığında da dalıp gidişinde de “aydınlık” hep başının ucunda.
Hasan Rıza Soyak, Salih Bozok, Kılıç Ali odanın bir köşesinde acı çekmenin tek yüreği olmuş. Doktor Mim Kemal Öke, Atatürk’ün yanına gidip geliyor. Doktor Neşet Ömer İrdelp, Abravaya Marmaralı da öyle.
Derin dalışlarında kız kardeşi Makbule ise başucunda Kuran okuyor.
29 Ekim günü, Cumhuriyet Bayramı her yılki gibi kutlanıyor. Bu yıl, Atatürk’ün sesinden yoksun. Boğaziçi vapurlarından birini dolduran Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri Dolmabahçe Sarayı’nın önüne geliyor. “Biz Ata’mızı görmek isteriz” diye haykırmak bile ona “canlılık” veriyor.
Atatürk, gözlerini aralayıp soruyor: “Ne oluyor, nedir o sesler?” Cevat Abbas, “Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri sizi görmek istiyor paşam” diyor.
Hekimler ayağa kalkmasını sakıncalı buluyor. Oysa ruhu neredeyse yerinden fırlayıp Türkiye Cumhuriyeti’nin emanetçisi gençliği selamlayacak!
Tarih onun iradesini öyle yazıyor, bir işi yapmak istedi mi ölüm bile önüne geçemez.
Hasta yatağında olmasaydı “İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına” atlarcasına gidip öğrencilerin arasına karışırdı.
İçinin fırtınasından, ne istediği zor kıpırdattığı dudaklarından anlaşılıyor. Cevat Abbas bir koluna, doktor Kemal Öke bir koluna girip perdesini sonuna değin sıyırdıkları pencerenin önündeki koltuğa oturtuyorlar. “Ordular!” diye kaldırarak “hedef” gösterdiği elini güçlükle yerinden alıp öğrencileri selamlıyor. Dışarıda bir kıyamettir kopuyor:
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
“Bu bayramlar, yarınlar sizindir; güle güle çocuklar” diye konuşmaya çalışıyor. Perdeyi çekip yatağına yatırıyorlar.
O kuşgözü kadar yerden sızan aydınlık hep Atatürk’ün yüzünde.
9-10 Kasım gece yarısına doğru dalıp gitmeleri uzuyor. O sabah rengi çok soluk. Doktor Mehmet Kâmil Berk’le doktor Akil Muhtar Özden başında bekliyor. Herkes bir şeyler yapamamanın çaresizliği içinde.
Hasan Rıza Soyak, İsmail Hakkı Tekçe, Kılıç Ali, hastadan gözlerini ayırmıyorlar. Rıza Soyak, bir ara Atatürk’ün dudaklarının kımıldar gibi olduğunu görüp umuda kapılıyor. Ona doğru eğiliyor, ne söylediğini anlamaya çalışıyor. Kılıç Ali’ye dönüp “Kılıç! Bak, koskoca bir tarih göçüyor!” diyor.
10 Kasım, saat 9’u 5 geçiyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, “‘sonsuzluğa açılan penceresi’nden, evrensel aydınlığın koynuna girdiği andır bu!”
Sabahleyin Atatürk’ü muayeneye gelen doktor Asım Arar, uzaktan sarayda bayrağın yarıya indirildiğini görünce her şeyin bittiğini anlıyor. Birden beyninin içinde her tarafa, caddelere, denize, gök boşluğuna onun “Ey Türk gençliği!” diyen sesi yayılıyor:
“Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.”
(Kaynak: Adnan Binyazar, Atatürk Anlatıyor, Can Çocuk Yayınları, sayfa 203-206, 1. Basım: 2010, 43. Basım: 2025)