Baştan başlayalım dilerseniz. Timsah gözyaşları dökenler, dökemeyenler bilsin ki bir cemaat şebekesiyle işbirliği yaparak Cumhuriyeti ortadan kaldırabilmek için elbirliğiyle suç işlemişlerdir.
Bu suç;
Hem toplumsaldır,
Hem siyasidir,
Hem de ahlakidir.
Toplumsaldır çünkü insanların her türlü yaşama, yetişme, özgür iradesiyle var olma hakkına müdahale edilmiştir.
Siyasidir; ülkeyi yönetmeye talip olan ve halkın tercihiyle siyasi iktidarı teslim almış “güç”, bunu cemaat iradesine vererek siyasal suç işlemiştir.
Ve evet ahlakidir; “yönetemeyen, yönetilir” zihniyetini uygulamakta olan siyasi iktidar; toplumun bütün değerlerini değersizleştirmiş, inanç ve düşünce sistemini bozmuş, hayatın her alanında çürümeye neden olup toplumun tüm moral değerlerini yerle bir ederek ahlaki suç işlemiştir.
Bugün, ümmeti Muhammet nidalarıyla toplumu yoksullaştıran, tüm manevi duyguları değersizleştiren, hak hukuk tanımayan, yozlaştırıp biat zihniyetini egemen kılarak ülkeyi adeta “kargo toplumu”na dönüştüren bu zihniyet, tarifsiz büyüklükte bir suç işlemiştir.
“Çetebaşı”, “elebaşı” sözcüklerini dillerinden düşürmeyenler; ihtimal, yarın cenaze töreninde el pençe divan duracaklar, bir Fatiha okuyup helallik isteyeceklerdir.
Sanırım en çok da yanlışları ortaya çıkınca “Kandırıldık!” diyenlerin buna hakkı ve yetkisi vardır!
Artık ötesini siz düşünün...
Bugün, ne gariptir ki muhalefet de dahil olmak üzere, hemen hemen bütün “siyasi partiler”, bir koro gibi ülkenin “Doğu sorunu”nu unutup “Kürt sorunu” var diye ağız birliğiyle aynı şarkıyı söylemektedir. Hatta aralarında bununla yetinmeyip çığlık atarcasına tepinenlere bile rastlanmaktadır.
Bir zamanlar “Ermeni sorunu” demişlerdi. Hakikaten ne oldu o konu, derseniz “rahatladık” denebilir. Çünkü bu konuyu Doğu Perinçek’e havale ettiler. Halbuki, onun “PKK seviciliği”ni unutmadan şimdiki meseleyi de ona havale edebilirlerdi.
Sonuç olarak bugün, iktidarın kucağındaki ülkemizde, siyasi anlamda geriye sadece “Türk sorunu” ve “İslam sorunu” kaldı!
Aslında “12 Eylül 1980” askeri darbesini yapanlar, bunun çözüm reçetesini o zaman bulmuşlardı:
“Türk-İslam sentezi”.
Hatta Aydınlar Ocağı’nı da görevlendirmişlerdi bu konuda. Devlet Bahçeli ise işte o “miras”ın “ürün”üdür. O nedenle yarın bir gün Öcalan’ı Meclis kürsüsünde, Bahçeli’nin gözlerinin içine bakarak konuşurken görürseniz, sakın şaşırmayın!
İşte bir ülkede toplumsal, siyasal, ahlaki suç böyle işlenir sevgili okurum.
VATANI SEVMEK...
“Bir vatan nasıl sevilir”e gelince (*), bu konuda başkalarından da öğreneceklerimiz var kuşkusuz. Ama ilkten öze dönmeli sanki!
Cumhuriyet aydınlanması “Mavi Anadolu” düşüncesini taşımıştı bize. Mavi Anadoluculuk, Anadolu yarımadasının uygarlıkların kaynağı olduğu düşüncesinden hareket eden Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Vedat Günyol, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu bu düşüncenin ne anlama geldiğini yazdıkları ve yaşadıklarıyla anlatmışlardı bize: Anadolu hümanizması.
“Mavi yurt” kavramı böyle böyle anlaşılmaya, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın kültürel derinliği üzerine düşünülüp yazılmaya başlandı. Mustafa Kemal Atatürk’ün arkeoloji kazılarını önemsemesi, tarih ve dil kurumlarının kuruluşuna öncülük etmesi boşuna çaba değildir.
Azra Erhat’ın, Yaşar Kemal’le yaptığı bir İda Dağı yolculuğu sonrası, tutup “Homerosoğlu Yaşar Kemal” yazısını yazması anlamlıdır bence.
Oxana Timofeeva, Bir Vatan Nasıl Sevilir (*) kitabında doğup büyüdüğü coğrafyanın renkleri, sesleri, kokularından hiç kopmadığından söz eder. Dünyanın neresine giderse gitsin Kazakistan’ın güneyindeki o küçük Çu kasabasının onda bambaşka bir anlamı vardır:
“Bu şehir Sovyetler Birliği’nin tamamında yerel halkın anaşa veya şeytan otu adını verdiği yabani keneviriyle ünlüydü. Oysa ben çok farklı şeyler anımsıyorum. Mayıs ayında bozkırda sarı laleler ve kırmızı gelincikler çiçek açar, gökyüzü turkuaz rengini alır. Mavinin bu tonunu başka hiçbir yerde göremezsiniz, sadece burada görülür. Çu vadisi, güller, kirazlar, üzümler ve elbette karpuzlarla dolu bir vahadır. Çu karpuzları dünyanın en iyi karpuzlarıdır.”
Doğup büyüdüğünüz vatanınız salt bir imge değil, sizin duygunuz, sesiniz, soluğunuz, teninizin altındaki renginizdir... Yaşadığınız ev, sırtınızı verdiğiniz dağ, suyunu avuçladığınız nehirdir.
Şirince’de rastladığım, kendisini “Organik Ali” diye tanımlayan köylüden onun öyküsünü dinlediğimde duralamıştım. Karşılaştığımızda bir de kendisinden dinledim bunu. Mübadil bir ailenin çocuğuydu. Ana ve babasının “ah vatan” diyerek öldüğünü söylemişti. “Ama benim doğduğum yer burası, hiç gitmeyi düşünmedim” demişti.
Şunu yazıyordu Timofeeva:
“1991’de Sovyetler Birliği’nin varlığı sona erdi ve Kazakistan bağımsızlığını ilan etti. Bir anda, mekân ve zamanda bir sınır belirdi, beni köklerimden iki darbeyle ayırdı: doğduğum devlet artık yoktu ve vatanım olarak gördüğüm yer yabancı bir ülkeye dönüşmüştü.”
Ve ötesi, bir “hayali vatan” imgesidir. Uzaklaşsanız da hep yakınlaştığınız yerdir vatan; sesiyle, kokusu ve rengiyle sizi karşılar.
Vatan üzerinden hamaset yapanların bunları düşünmeye hiç mi hiç vakti yok bence. Baksanıza sokaklar kan revan içinde!
---
(*) Bir Vatan Nasıl Sevilir, Oxana Timofeeva; Çev.: Bengi Bezirgan, 2025, Tetes Kitap, 70 s.