Borges, kendi körlüğünden söz ederken şunu diyordu: “Adım adım gelen körlük o kadar acıklı değil. Ağır ağır gelen bir yaz akşamı gibi.” (*)
Karanlık öyledir, ansızın gelir sanırsınız! Ama hiç de öyle değildir.
Size burada ilkten Elias Canetti’nin Körleşme romanını hatırlatmak isterim. Gençliğinden tanıklık ettiği kitlesel bir gösteri, ve burada yaşanan trajedi onu derinden etkiler. Bu romanını yazma öyküsünü anlatırken şunu diyordu Canetti:
“O gün kitlenin bir parçası olmuş, tümüyle kitlenin içinde erimiş ve kitlenin yaptığı karşısında en ufak bir direnme isteği bile duymamıştım. Böyle bir durumda gözümün önünde gerçekleşen tüm sahneleri aklımda tutabilmiş olmama şaşıyorum. Bunlardan birini anlatmak istedim.” (*)
Baskı rejimi, kör bir benlik yaratır. Müşterekleri ortadan kaldırır. “Tuhaf” bir canlıya dönüştürür insanı. Konuştukları dil aynı olsa da anlamazlar birbirlerini. Aynı yerde, aynı mekânda olmak da yeterli değildir ortak dil yaratmaya.
İşte o “tuhaflık endişesi”dir insanı insandan ayıran, o artık aşina olduğu karanlıklara salan. Ama bir araya gelebilmek, ortak kaygıları paylaşabilmek için o normalleştirilmiş “tuhaf”lıklardan kopmak gerekiyor.
Gelgelelim bilinir ki, otokratik rejimler hiçbir zaman bunu istemez. Halkın birlikte hareket edip ortak paydalarda buluşması, onların korkulu rüyasıdır. Çünkü toplumsal uyanışı bir “sapma” olarak gördükleri gibi, kitlelerin sivil itaatsizlik eylemlerinin de “tuhaf”laştırdıkları “durum”ların yıkılışı anlamına geldiğini çok iyi bilirler. Bu nedenle kendi güçlerinin alaşağı edilebileceği korkusuyla, her türlü çarpıtmayı (dezenformasyonu), yalanı, riyakârlığı salgın halinde yayarak adeta düşman yaratmak derdine düşerler.
Tozu dumana katarak her türlü kirlenmeyi kasıtlı biçimde toplumun her zerresine kadar geçirirler, deyim yerindeyse zerk ederler.
“Her şey olabilir...” (uyarısı/tehdidi), bu duruma düşmüş rejimlerin ana söylemidir.
Bakışımsız (asimetrik) savaş hali yaratarak toplumu ayrıştırmaya, ötekileştirerek sindirmeye ve orantısız güç kullanarak istedikleri döngüye getirmeye çalışırlar.
Şu an yaşadığımız, aslında bir Lewis Carrol hikâyesidir!
Alice Harikalar Ülkesinde’yi hatırlayalım. Kendi kendine konuşan Alice, bir zaman gelir şöyle söyler:
“Acaba dünyanın öte yanına geçecek miyim? Baş aşağı yürüyen insanların arasına çıkmak amma tuhaf olur ha!” (**)
İşte bugün, alanlara çıkarak birlikte yürümeye başladılar o suskun, biçare bırakılanlar... O “sessiz yığınlar”ın öfkesi karşısındaki “yalan makinesi” ise durmadı, çalışmasını sürdürdü.
Jean Baudrillard şunu diyordu:
“...‘sessiz yığın’ kendiliğinden vurdumduymaz olamaz. Çünkü ona vurdumduymaz olma hakkı ve yetkisi verilmemiştir. Çünkü bu vurdumduymazlık kendisine ancak iktidar tarafından bahşedilebilir.” (***)
Ama cin şişeden çıkıp büyü bozulunca, yığınların öfkesinden ürken otorite, (üstüne çöktüğü adalet sistemi, elindeki yargı yetkisi, polis hâkimiyeti gibi...) güçlerini harekete geçirerek kitleleri disipline etmek ve iktidarının zayıflayan yanlarını örtbas ederek mevcudiyetini sürdürmek telaşına düşer.
Elindeki zengin kaynaklardan hiçbir zaman vazgeçmek istemeyen otoritenin her türlü hile ve düzenbazlığa başvuruşu, engizisyondan beri süregelen bir olgudur.
---
(*) Sözcüklerin Bilinci, Elias Canetti; Çev.: Ahmet Cemal, 1984, Payel Yay., 294 s.
(**) Alice Harikalar Ülkesinde, Lewis Carroll; Çev.: Tomris Uyar, 2001, Can Yay.,142 s.
(***) Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, Jean Baudrillard; Çev.: Oğuz Adanır, 1991, Ayrıntı Yay., 88 s.