Yabancı devletler, bugünkü dolaylı müdahaleyle Türkiye’yi kıskaç altına almaktadır.
“Kürt sorunu” diye ortaya çıkarılan mesele bu müdahalenin bir parçasıdır. Bir bakıma da ülkenin “Yeni Türkiye” diyerek çözülüp dağılmasına yönelik açık-gizli hamledir. Kürtler ise bu noktada kullanılmaktadır.
“Son Kürt isyanı” nidası ise emperyalizm kurgusudur.
İşte bugünü okumak için yüz yıl öncesine bakmak gerekiyor. Bugünün siyasal hamlelerini, dünün paylaşım projelerinden bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Kürtlerin saklısında duran şu gerçeği unutmamak önemlidir: Kendileri için bir ulus devlet kurabilmek.
Peki, bugünün koşullarında bu mümkün müdür?
İran, Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerini bir araya getirebilecek o homojen yapının ortak paydası olabilecek bir ulus-devlet mümkün müdür?
Türkiye Kürtlerinin saklı isteklerini kolaylıkla ifade etmek mümkündür: Ayrılıp bir “Kürt devleti” kurmak. Her ne kadar “örgüt başı” bundan vazgeçtiklerini söylese de bugün kendisini “ulusal kahraman” kılabilecek zemini/ koşulları yaratmak çabasında olduğu açıktır.
Çıkış noktası “ayrılık-bölücülük” olan bir hareket, ilk aşamada bunu gerçekleştiremeyince Ortadoğu’nun bugünkü konjonktürüne göre “pozisyon” almakta.
Başlangıçta “Cumhuriyet yurttaşı” olmayı reddeden bir anlayış; kendini ayrıştırarak kırımkıyımlara neden olduktan sonra şimdi de “eşit vatandaşlık” istemekte.
Gelelim dil meselesine. Mesele yalnızca anadilini konuşma meselesi değildir; mesele yaşadığın coğrafyada nimetlendiğin her şeyin kapısı sana açıkken ayrıksı ve aykırı bir dil kullanmak isteğidir ki niye diye sormak kritiktir.
Demokratik hak ve özgürlüklerden söz edip bunları kullanıp kullanmamanın neleri içerdiğini görmezden gelmek... Ardından da tehdit üstüne tehdit. Yaşanan şu an budur.
Bu da bize, II. Abdülhamit’in “azınlık siyaseti”ne sadakat gösteren mevcut siyasi iktidarın tutturduğu “vesayet rejimi” safsatasına su taşıyan Kürt siyasetinin açmazlarını göstermektedir.
Sosyal demokrat bir bakışla ya da bu anlayıştaki bir siyasetle yol alabilecekken makyavelist bir tavırla iki darı tanesine tav olan bir zihniyetin “barış için” nidaları çok inandırıcı gelmiyor. Oysa emekten, eşit yurttaşlıktan ve ortak demokrasi idealinden beslenen bir siyaset dili, hem Türkün hem Kürt’ün onurunu koruyacak gerçek çıkış yolunu gösterebilir.
Bugün CHP’nin varlığını silmeye çalışan bir siyasi iktidarla kol kola yürüyen Kürt siyasetçileri, acaba ne tür ve hangi “çözüm süreci”nin içinde olduklarının farkında mıdır?
ABD emperyalizminin “Ortadoğu valisi” Tom Barrack’ın fetvacı zihniyetini görmezden gelip “İmralı antlaşması” diye tutturmalarını anlamak da ayrıca zor.
Bu noktada, Türkiye’nin sol siyaset geleneğini okuyarak bugüne bakmak gerekiyor.
Öncelikle Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş felsefesi, CHP’de Bülent Ecevit’le başlayan “ortanın solu” hareketi ve elbette sendikal hareketlere bakılırsa... Bunların içinde filizlenen ulusal bilinç, Cumhuriyet yurttaşı olma felsefesi acaba Kürtlere bir şeyler anlatmıyor mu?
Üstelik Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı “Doğu Sorunu” ötede dururken, hele hele o bölgelerde yaşanan insanların ortak dertleri, sorunları, açmazları bu kadar net şekilde ortadayken salt “Kürt siyaseti” gütmek niye?
Soruyu bir başka şekilde sorarsak Anadolu birliğinden söz etmek varken; o birliği var eden halkların dilleri, dinleri, kültürlerinin renklerine sahip çıkıp birlikte bir değer üretmek bilincini savunmak dururken “biz Kürtler” deyip bu yapıyı ayrıştırmak niye?
“Birlikte güzeliz” diyebilmektir önemli ve değerli olan. Ve tabii insanları öldürerek, ortalığı yakıp yıkarak “Biz haklıyız” zihniyetinin ortaçağda kaldığını artık kabullenmek.
Bence, kafatasçı bir siyasetin “Türk-İslam sentezci” nidasıyla “sorun” çözücü bir “evliya” gibi görülmesine kanan Kürtlerin yolu ve yönü karanlık.
Sol siyasetin içindeki arayışlara, düşüncelere ve çağrılara yüzlerini dönmeleri ise onları bu aymazlıktan ancak kurtarabilir.
Evet, unutmayalım ki Türkiye’nin “Doğu sorunu” hâlâ gündemde.
“İmralı antlaşması” ise emperyal devletlerin Irak’tan sonra Suriye’yi dizayn etmek; İran’ı ateş çemberinde tutmak ve Türkiye’ye de yeni bir “jandarmalık” görevi vermek için gündeme getirilmiştir.
Emperyalizm Ortadoğu’da “kitle cinayetleri” işlerken bu işin aktörleri ise sözüm ona “demokrasi”den söz ediyor.
“Vatansever yanılgı” diyordu bu coğrafyanın işbirlikçilerine Amerikalı gazeteci William Blum. Yeniden yapılandırılan Ortadoğu’da bir biçimde “yeni Marshall Planı” devrede. Bölgemiz onlar için adeta “ortak iş sahası”. Bunu da yalnızca petrolle sınırlamamak gerek. Ülkelerin her türlü kaynağının yağmalanması için, böylesi bir savaşı sürekli kılmak için “yeniden yapılandırma” onlar için kaçınılmaz. Onların “dış siyaset” dedikleri arenada söyledikleri her büyük yalan başka yalanları doğuruyor. Tam da bu yüzden, bu topraklarda yaşayanların gerçek çıkarı, dışarıdan biçilen rolleri reddedip kendi kaderine içeriden, birlikte sahip çıkmaktan geçiyor.
Sanırım bunu da yalnızca Kürt siyasetçiler değil, ülkenin diğer siyasi aktörleri de iyi okumalı. Bunun için de William Blum’ın kitabı önemli bir el kitabı niteliğinde. (*)
Belki de, Talât Paşa’nın anılarının girişindeki şu sözleri üzerinde yeniden düşünmek gerekir:
“Şark meselesi gösterildiği gibi bir insanlık ve Hıristiyanlık meselesi değil, tersine bir nefret ve çıkar sorunudur. Türk devletinin içişlerine yapılan müdahaleler hep buna dayanmaktadır.” (**)
İşte tam da şu anda, geçmişin bu çıplak tespitlerini, bugünün “açılım” ve “çözüm” söylemlerinin arka planını okurken akıldan çıkarmamak gerektiği ve Türkiye’nin Doğu sorunun ancak dar milliyetçi söylemleri aşıp ortak bir hukuk ve adalet zemininde ele alındığında kalıcı biçimde çözülebileceği kanaatindeyim.
---
(*) Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı, William Blum; Çev.: Ekin Duru, 2013, Say Yay., 408 s.
(**) Talât Paşa’nın Anıları, Hazırlayan: Alpay Kabacalı, 1990, İletişim Yay., 208 s.