- Nefes almak isteyen okur için...
Size öncelikle karamsar şeyler yazmak istemediğimi belirtmek isterim. Arjantinli şair Alejandra Pizarnik’in şiirleriyle karşılaştığımda, bir an duraksamıştım. Hayata ve kendine dair bu denli sorgulayıcı bir bakışa sahip bir şairin hayal dünyasını, yaşadığı ortamı, ilişkilerini ve onu bu kadar umutsuz, hatta “karanlık” bir hale getiren unsurların neler olabileceğini düşünmeye dalmıştım.
Eğer yazıyorsanız, yaşadığınız dünyanın acısını hissetmemeniz mümkün değildir. Dahası, çağınızda olup bitenlere kayıtsız kalarak, bunları görmezden gelerek nefes bile alamazsınız.
Ve elbette, sizin neyi ve nasıl yaşadığınız da büyük önem taşır.
***
Bir “delirium” macerası yaşar gibiydik.
İnsan, iç dünyasının hallerini öyle kolayca açığa vurmaz. Ben; derin bir yazma tutkusuyla kurda, kuşa, börtü böceğe, güzel olan her şeye tutkuyla bakarken, sen...
Bunu bir türlü anlayamamıştın, bir de insanın duygularında yaşamayı...
Ama şimdi, yirmi sekiz deftere ve iki binden fazla sayfaya sığdırdığım bu “aşk”ı anlatacak değilim.
Alejandra Pizarnik’in şiirleriyle karşılaştığımda, adeta o sesi(ni) duydum! Hemen yanı başında okuyadurduğum Juan Rulfo’nun Clara’ya Mektuplar’ında duyduğum ise sanki kendi sesimdi!
İnsanın kendini yazarak keşfetmesi ne “büyük saadet”!
Hele bunun erken yaşlarda başlaması...
Bugün yazdığım onca defterin ateşleyicisi, geçmişteki o “ilk aşk”ın kıvılcımlarıydı kuşkusuz. Ve sayısız kitap, makale, yazı ise Dante’nin Beatrice imgesine duyduğu tutkulu serüvenin anımsattıklarıydı. Işıl Saatçıoğlu ile Yeni Hayat (*) çevirisini Dalyan’daki evinde konuştuğumuzda bana ettiği bir söz, bugün hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır:
“Soylu düşünceyi yaratan ‘aşk’tır, bundan neden vazgeçelim ki!”
Yazmak, bir bakıma, tutkunun diliyle konuşmaktır. Yunus Emre’ye baktığımızda bunu anlamamak mümkün müdür:
“Bir denize düşen ölür dediler
Ölür ise ko ki ölsün nolusar
Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın nolusar”
Diyen Yunus’u hatırlamadan nasıl geçebiliriz?
Hem sonra, Dante’nin şu dizelerini bir mühür gibi taşımak; yüzümüzü, gönlümüzü renklendirmez mi:
“Sizler ki hüzün var yüzünüzde,
Yere eğik gözleriniz, acınızı göstererek,
Nereden gelirsiniz, renginiz
Acımanın rengine dönüşmüş böyle?
Gördünüz mü bizim soylu kadını,
Aşk yaşlarla ıslatırken yüzünü?
Söyleyin kadınlar, yüreğim söylüyor zaten,
Nereden geldiğiniz belli soylu hâlinizden”
(Dante/ Işıl Saatçıoğlu)
***
Durdum, düşündüm; okudum, daha çok okudum; okudukça yazdım, yazdıkça daha çok yazdım. Tam da unuttuğum yerde, yazarken yeniden o “zaman”a, o “delilik anları”na döndüm.
Delilik Taşını Çıkarmak’ı (**) yudum yudum okumaya başlarken, daha ilk sözlerde duraksıyorum:
“İçimden konuştuğum gibi konuşuyorum. İnsan sesi gibi çıkmakta ısrar eden sesimle değil, ormanda yaşamaktan vazgeçmediğime tanıklık eden diğeriyle.”
Başlayan her yeni gün, hafızanın derinliklerinde saklı kalanları birer birer hatırlatıyor.
“İnsan ne yaparsa kendine yapar; ezayı da cefayı da neşeyi de” diyen sesin alıp götürdüğü çocukluğuma dönüyorum yüzümü.
Sonra yavaş yavaş, “Maşatlıkta Kuş Sesleri”nin ilhamını bana veren o çocuğun sessizliğine; onun, ailemin geçmişine dair nasıl bir hafıza mekânı olduğu gerçeğine uzanıyorum.
***
Clarice Lispector’un uzun zaman önce okuduğum Yıldızın Saati’nden bir cümle çıkıyor şimdi karşıma:
“...yazarken benim de bir yazgım olduğunu görmek beni şaşırtıyor.” (***)
Evet, her sabah ve her akşam, dağın manzarasına dalarken, çoğalan bir ses gibi aynı dizeleri mırıldanıyorum:
“Beni sorarsan,
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi
Dünya evlere çekildi, içlere
Sarı yaseminle gül arasında
Sis arasında
Denizle gölge arasında
Yanımda kediler, kuşlar
Fikrimden dolaşıyorum.” (****)
***
Evet, içinden çıkamadığındı madem; dön yüzünü taşlara konuş dedim kendime. Ve resme başla, klarnet üfle... Ve sabahları çıplak ayakla göle doğru yürü, ötesindeki denizi hayal et... Ve Ekincik, Yuvarlakçay, Sarıgerme günlerini hatırla... Ve Leokidia, Hierapolis, Afrodisias, Hattuşaş gezintilerini... Ve çekirge tufanına tutulduğunuz anı, kızınızın neşesini...
***
Ve gene şair karşılıyordu beni sözleriyle:
“Ama sen bahçeleri anlatma, gülü anlatma, denizi anlatma. Bildiğin şeyleri anlat. İliklerinde titreşen şeyi anlat, bakışlarını ışıklandırıp gölgelendiren şeyi, kemiklerinin dinmeyen ağrısını anlat, baş dönmelerini anlat, nefes alıp vermeni anlat, kimsesizliğini, ihanetini. Kendime dayattığım bu süreç öyle karanlık, öyle sessiz ki. Ah, bu sessizliği anlat.”
Ve işte o sessizlik, karanlığın koynunda fısıldayan bir nehir gibi akarken, ben kalemimle taşların diline dokunurum; her satırda gölgeler arasındaki ışığı yakalarım. İşte o zaman o karanlık, bir aynaya dönüşür; bildiğim her şeyi, ihaneti, kimsesizliğimi yansıtır... Ama derken ruhumun derinliklerinde bir kuş sesi uyanır. Yazmak, bu sessizliğin içinde bir nağme gibi yükselir, denizin ötesine uzanır; Hattuşaş’tan Ekincik’e, Hierapolis’ten Sarıgerme’ye geçmişin gölgelerinden geleceğin umuduna bir köprü kurar. Ah, bu sessizliği anlatmak, kendimi yeniden kurmanın, yıldızların altında bir yasemin gibi açmanın yoludur; ve ben, çıplak ayakla bu yolda yürürken, her adımda kendimi yeniden bulurum.
---
(*) Yeni Hayat, Dante; Çev.: Işıl Saatçıoğlu, 1993, YKY., 55 s.
(**) Delilik Taşı, Alejandra Pizarnik; Çev.: Yasemin Çongar, 2025, Everest Yay., 224 s.
(***) Yıldızın Saati, Clarice Lispector; Çev.: Başak Bingöl Yüce, 2017, Monakl Yay., 102 s.
(****) Beni Sorarsan, Gülten Akın; 2014, YKY., 74 s.