İnsanın kendisine sorduğu “Ben kimim” sorusu ve bir sorgulayıcının ona sorduğu “Sen kimsin” sorusu, gerçek anlamda, o kişiye varlığının adresini sormaktan başka bir şey değildir. Bu sorunun yanıtı hem sosyoloji hem felsefe mahallerindeki adres(ler) olacaktır.
Yanıt aileden soy soptan başlar sosyoloji mahallesinde: ana-baba, yaş ve meslek, medeni durum...
Lukács, “Sınıf Bilinci” başlıklı metne “öznel imkân” kavramını dahil eder: “Bilinç toplumun bütününe taşındığında, insanların, belirli bir yaşamsal durumda, bu durumu ve gerek dolaysız eyleme gerek bütün toplumun bu çıkarlara uygun yapısına göre bu durumdan doğan çıkarları kusursuzca kavramaya muktedir olmaları durumunda sahip olabilecekleri düşünceler ve duygular keşfedilir; yani nesnel durumlarına uygun olan düşünceler vs. keşfedilir.” Yazar bu gibi durumların ancak sınırlı sayıda ortaya çıktığını belirtir fakat o zaman üretim sürecinin şekillendirdiği bu tipte bir duruma verilmesi gereken uygun rasyonel tepki, bütünlük olarak sınıfın tarihsel olarak belirleyici eylemine komuta eden sınıf bilincinden başka bir şey değildir. Sınıf bilincini proleter bireylerin ya da kitlelerin psikolojik bilinciyle karıştırmamak da önemlidir çünkü sınıf bilinci, sınıfın tarihsel durumunun, bilinçli hale gelmiş olduğu anlamındadır. İhale mantığına bağlı olan sınıf bilinci, sınıf çıkarlarıyla “yüklenmiştir”. Lukács, metninin başında Sartre’ın da atıfta bulunduğu Marx ile Engels’ten bir alıntı yapar: “Filanca ya da falanca proleterin, hatta bütünüyle proletaryanın geçici olarak hangi amacı hayal ettiği önemli değildir. Önemli olan tek şey, bu varlıkla uygunluk içinde tarihsel olarak yapılmak zorunda kalınan ve kalınacak olandır.”
Benzer birçok çözümleme Lukács’ı, yalnız proletarya için, toplumun özünün anlaşılmasının sınıf bilincinin onun için yerine getirdiği “yegâne işlev”e borçlu olduğu sonuca götüren bir silah, ayrıcalık olduğunu anlamadıkları için “kaba Marksistler”e sitem etmeye yöneltir: Bu anlayış proletaryayı, toplumu merkezinden itibaren tutarlı bir bütün gibi anlamaya ve aynı zamanda merkezi şekilde etkin olmaya muktedir kılar; proleter sınıf bilinci teori ile pratiği uzlaştırır.
Merleau-Ponty, Sartre’ı çok sert bir şekilde eleştirdiği bu kitapta, muhalifleri karşısında “öznelliği bir epifenomen haline getirmeden tarihe sokan bir Marksizm’i savunduğu” için kutladığı Lukács’ın tezlerini olumlu karşılar.
Lukács’ın kanıtlamasından aktardıklarımız ile Merleau-Ponty’nin bu yargısı Sartre’ı tatmin etmiş ve onu, Lukács’ı bir öznellik düşünürü, nesnel denen koşulları diyalektik denen harekete geçirmekle yetinen bir Marksizmin muhalifi olarak kabul etmeye sevk etmiş olmalıdır.
Jean-Paul Sartre Les Temps Modernes dergisini sunuş yazısında bilinç ve sorumluluk durumunu incelerken şöyle der:
“Geleceği olmazsa bir toplum sadece bir hammadde yığınıdır; bu gelecek ise o toplumu oluşturan milyonlarca insanın, güncel durumların ötesinde, kendi kendileri hakkında yaptıkları tasarımlardan başka bir şey değildir.”
“İnsan bir ‘durum’dan ibarettir: Bir işçi, bir burjuva gibi düşünüp duymakta özgür değildir ama bu durumun gerçek ve bütün bir insan olabilmesi için yaşanması ve belli bir amaca doğru aşılması gerekir. Bir insan özgürlüğü tarafından kendisine bir anlam yüklenmedikçe ‘durum’ kendi başına kişilik taşımaz. Bir özgürlük ona katlanmadıkça ya da karşı çıkmadıkça; başka deyişle, bir insan kendini oraya yerleştirerek ona bir anlam seçmedikçe, ‘durum’ ne katlanılır ne de katlanılmaz diye nitelenebilir. Ancak bu yapılmışsa bu özgür seçimin içinde durum belirleyici olur çünkü kendisi de üst düzeyden belirlenmiştir.”
“Hayır işçi burjuva gibi yaşayamaz; bugünkü toplumsal düzen içinde ücretlilik durumunu sonuna kadar yaşaması, çekmesi gerekir. Bundan hiçbir kaçış yolu, başvurulacak hiçbir ‘merci’ yoktur. Fakat insan bir ağacın ya da taşın var olduğu gibi var olmaz: İşçi, kendi kendini işçi yapmalıdır. Sınıfı, ücreti, işinin niteliği tarafından bütünüyle; duygularına ve düşüncelerine varıncaya dek koşullanmış iken kendinin ve yoldaşlarının durumuna verilecek anlamı kararlaştıran odur; kendini boyun eğen ya da başkaldıran olarak seçmesine göre, tamamen özgür olarak emekçi sınıfına ya süresiz bir ezilme ve aşağılanma geleceği ya da bir kazanım ve zafer geleceği sunan da odur. Ve işte bu seçimin sorumluluğunu taşır. Seçmemekte özgür değildir.”
***
20 yaşımdan bu yana yazarım ve söylerim: Kendine “Ben kimim?” diye soracaksın. Adını söylemeye gerek yok. Ya işçisin ya köylüsün ya emekçi (memur, hizmetli...) ya da burjuvasın (serbest meslek ve işyeri sahibi). Ya da herhangi bir meslekte emeğini satıyorsan gene emekçisin, gene işçisin! İşçi olduğunun bilincide isen bilesin ki sömürülmektesin; hakkını tek başına savunamazsın, o zaman emekçi bilinci seni yoldaşlarının yanında olmaya zorlar; sendikalı olmaya zorlar. Her dinden patron, her dinden ve kendi dininden emekçileri sömürür. Patronun dinlisi dinsizi olmaz; işçinin ve emekçinin de dinlisi dinsizi olmaz. “Paranın dini olamaz” derler ya... Tam böyle.
***
NOT: MHP’li Semih Yalçın aklı sıra bana cevap vermiş ama gazeteye reklam ücreti ödemeyi unutmuş. Önce reklam ücreti öde, cevap sonra.