Hangi uygarlık? İnsan mı, doğa mı?

02 Ağustos 2019 Cuma

Uygarlık gereksiz gerekliliklerin sınırsızca çoğaltılması mıdır?
Mark Twain

İnsanlık tarihinin uygar dönemi olarak tanımlarız yaşadığımız çağı. Bilim ve teknolojideki devrimlerle, eğitim ve kültür yolunda atılan adımlarla, giyim kuşam, seyahat, yeme içme, iletişim haberleşmede gelinen noktada insanoğlu yaşamının hem niteliğini hem de niceliğini yükseltmiş durumda. Ancak tüm bunların insanlığın tümüne barış ve refah olarak yansımadığını da hepimiz biliyoruz. Mars’ta kendine yeni yerleşim alanları açmaya çalışan uygarlığımız ne yazık ki Somali’deki açlığı sona erdiremiyor. Savaşlar ve savaş tehditleri altında geçiyor yaşam dünyanın bir yarısında. Bir yanda inanılmaz boyutta tüketim bir yanda ekonomik krizler, işsizlik, göçler...
Bir yanda doludizgin ve çarpık kentleşme, büyüme üzerine inşa edilen ekonomi çarkları arasında öne çıkan rant ve talan düzeni... Öte yanda uygarlığın bu kadar devasa yükünü kaldıramayan bir doğa. ...Çağdaş uygarlığın kendisine empoze ettiği “Çalış, kazan, harca, tüket, paran yoksa borçlan ama tüket mutlaka tüket...” mottosu ile zamanının çoğunu kısaca “AVM” denen “tüketim mabetleri”nde geçiren insan ordusu... Aşırı üretim ve tüketim nedeniyle doğal kaynaklar tükenme, yaşam döngüsü de kırılma noktasına geldi.
Öyleyse şu soruyu soralım kendimize: Uygarlıktan elde ettiğimiz sonuçlar bu kadar yüksek maliyete değiyor mu?
Brezilya yerlilerine karşı yapılanları belki duymuşsunuzdur. Altın madencilerinin sistematik saldırıları ile son yıllarda yerli kabilelerin neredeyse yok olma noktasına gelmesini. 18. yüzyılda değiliz ama o dönemi aratmayan gelişmeler yaşanıyor. Göz dikilen yer Amazon Ormanları... Zaten insanlığa en büyük küresel tehditlerden biri haline gelen küresel ısınmayı önlemede ormanların varlığı yaşamsal önem taşırken, birilerinin zengin olması uğruna hem yerli halk yerinden ediliyor, hem ormanlar yok ediliyor.

Ya Türkiye?
3 tarafı denizlerle çevrili, gölleri akarsuları, zengin bitki örtüsü ve faunası ile son derece ayrıcalıklı bir coğrafyadayız. Ancak doğayı koruyarak bir yaşam inşa etmesini beceremiyoruz.
Kaz Dağları’nda yaşananlar örneğin. Üstelik altın madenini işletecek Kanada ortaklı şirkete sadece Cumhurbaşkanı yetkisi ile 865 milyon liralık teşvik veriliyor olması... Hem 10 binlerce ağaç kesilecek hem doğa katledilecek hem çevre halkı zehirlenecek...
Murat Dağı, madencilerin gözlerini diktikleri bir başka bölge. Uşak ve Kütahya arasında kalıyor. Türkiye’deki su kaynaklarının yüzde 40’ının bu bölgede olduğu söyleniyor.. Üstelik birinci dereceden deprem bölgesi. Ama birilerinin iştahı çoktan kabarmış durumda. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yeğeni Bahattin Özal’ın sahibi olduğu Anadolu Export şirketi altın ve gümüş madeni için şimdiden ÇED olumlu raporu aldı bile...
İzmir-Selçuk’un sevimli köylerinden biri Şirince ama çok yakınına bir maden ocağı açılmak üzere...

Ne yapılmalı?
Fosil yakıt ısrarı, ormansızlaştırma, bilinçsizce madenlerin açılması gibi unsurlar hem biyo çeşitliliği azaltıyor hem de iklim değişikliğine neden olarak gezegende geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açıyor. 2015’te imzalanan Paris Anlaşması’nda alınan kararlara rağmen fosil yakıt kaynaklı sera gazı salımı 2018’de bir yıl öncesine göre yüzde 2.7 artmış durumda. Keza ormanların yok edilmesi de... İşin belki tek sevindirici tarafı çevre bilincinin sivil toplumda ve halklarda artmaya başlaması. Ve de iklim değişikliğine daha duyarlı bir neslin yetişiyor olması. Dünya genelinde bugüne kadar iklim suçlarına karşı 1300’den fazla dava açıldı. Sanıkların çoğu hükümetlerden oluşuyor ancak davalar, giderek daha fazla sera gazı yayan şirketleri hedef alıyor. Davacılar, yatırım fonları ve şirketlere, iklim riskini karar alma süreçlerine dahil etmekte başarısız oldukları ve iklim değişikliğinin olası sonuçlarını kamuya açıklamadığı için yasal talepte bulunuyor. İklim değişikliği davaları, iklim eylemini güçlendirmek için bir araç olarak kullanılarak hükümetler ve uluslararası kuruluşlar arasında baskı oluşturulması hedefleniyor.

Doğa hakları artık anayasalarda ama
Kolombiya’dan, Hindistan’a Ekvador’a kadar hükümetler, doğanın haklarına yasalarında yer vermeye başladılar. Ancak ne yazık ki şimdiye kadar doğanın haklarını hukuk sistemi üzerinden koruma girişimleri sınırlı sonuçlar sağladı. Sözgelimi, Ekvador ve Bolivya, doğanın haklarını tanımada öncü bir rol oynadı, ancak ikisi de çevresel bozulmalarını yavaşlatamadı. Doğanın hakları ile insan faaliyetleri arasındaki uyuşmazlıkların çözülmesi, karar veren insan olduğu için epey güç. Üstelik karar vericilerin yargı üzerindeki güçleri hesaba katıldığında iş hayli zor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları