Bir Ömer Şerif geldi geçti

12 Temmuz 2015 Pazar

Ömer Şerif’i en son 2003 Venedik Film Festivali filmlerinden olan “Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri”nde izledim.
Şerif’in uluslararası ilgi yaratan son filmi bu oldu.
Efsane aktör izleyicilerin karşısına, ’50’ler Parisi’nin adları bile birer rüyayı -“Rue Bleue, Rue Paradis”- andıran ufak sokaklarında bir bakkal dükkânını işleten “Mösyö İbrahim” kimliğiyle çıkmıştı.
Ununu elemiş, eleğini asmış; kendi halinde ama karizmatik bir yaşlı bilgeyi canlandırıyordu.
Anadolu’dan İran’a dek uzanan topraklardan… Haliç’ten geliyorum ben!” sözleriyle kendisini tanıtan İbrahim, filmde Momo lakabını taktığı 15 yaşında kimsesiz bir Yahudi çocuğu evlat ediniyor ve derken onu kökleriyle buluşturmak için İstanbul’a getiriyordu.
Asıl adı “Musa” olan “Momo”ya; İstanbul camilerini, kiliselerini, sinagoglarını gezdiriyor: bu toprakların zengin kültürel geçişkenliğini göz önüne seriyordu.
Bir “sufi” olan İbrahim yaşamda önemli olan “değerlerin” gerçekte “Müslüman” ya da “Yahudi” etiketleri ile sınıflandırılamayacağını vurguluyor; “Momo”ya Mevlana öğretilerini tekrarlıyordu.
Dostluğu, insanlığı, sevgiyi ve dini bağnazlığın her çeşidine karşı duran bir hikâyeyi perdeye taşıyan “Mösyö İbrahim”, masalsı küçük bir film olmasına karşın “11 Eylül sonrasının” “uygarlık çatışması” ikliminde çok geniş ilgi çekmiş ve beğenilmişti…

‘Çokkültürlü’ İskenderiye’den...
Görmüş geçirmiş “Türk bakkal” haliyle Türkçe de konuşuyordu.
Filmi izlerken o konuşmaların montaj olabileceğini düşünmüştüm.
Meğerse “Türkçe”, Ömer Şerif’in bildiği dillerden (Arapça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Türkçe, Rumca) biriymiş… Öldükten sonra şimdi anlıyorum ki “Mösyö İbrahim”, bir anlamda Ömer Şerif’in kendisiymiş.
Şerif, her şeyden önce Doğu’nun, “İstanbul” gibi, en “çokkültürlü dünya kentlerinden” biri olan İskenderiye’de, Lübnan ve Suriye asıllı Hıristiyan bir ana-babadan doğmuş…
Sinema dünyasına adım attığı yıllarda Müslüman bir Mısırlı yıldızla sevişerek, sevdiği kadın için dinini değiştirip “Müslüman”lığı almış.
Böyle çok iç içe geçmiş kültürler ve uygarlıklar içinde yaşamış ve yoğrulmuş biri Ömer Şerif.
Arap-Müslüman dünyasının “ilk” Hollywood efsanesi ve uluslararası çaptaki aktörü olması bu sebeple rastlantı değil.
Yalnız kültürleri değil; kadınları, kumarı ve şöhreti de dibine dek tanımış ve yaşamış biri o. Hayatı roman gibi.
Kumar masalarında örneğin çok büyük servetler bırakmış…
Hatırı için dinini değiştirdiği kadını, terk edip gittikten sonra bir daha hiç evlenmemiş ve bir evi bile olmamış, hep otel odalarında yalnız yaşamış.
Her an her şeyi bırakıp gidebilecek kertede birkaç valize sığdırdığı eşyalarla Paris, Kahire otellerini kendisine mesken edinmiş.
Ömer Şerif’in belleklerde iz bırakan o çok derin ve melankolik bakışlarının ardında işte bu ölçüde inişli çıkışlı bir yaşamın öyküsü var.

‘Hayat hatırlandığı kadar var’
Bunca şey yaşayan bir insan sonra bunların hepsini nasıl unutur?
Jivago’nun ilah denli yakışıklı “Yuri”sinin, “Alzheimer” olduğunu bundan birkaç ay önce duyduğumda ilk aklıma gelen düşünce bu oldu; aynı illeti yaşayan Gabriel Garcia Marquez’i hatırladım.
Tıpkı Marquez gibi Ömer Şerif de… son döneminde artık yoldan geçenlerin neden durduk yerde kendisine selam verdiklerini anlamlandıramıyormuş.
Hayat insanın yaşadığı değildir. Aslolan insanın hatırladığıdır!” diyen büyük romancı gibi sonuçta Şerif de her şeyi tümüyle sildiği noktada şalteri indirdi. Toprağı bol olsun!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sevgiliye Mektuplar 24 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları