Haftada bir yazmanın çok zor olduğunu söylemeliyim. Çünkü gündem hızla değişiyor ve bir hafta içinde hemen her köşe yazarı gündemdeki olayı yazmış oluyor. Örneğin artık herkes devletin iki kurumu arasındaki (THK ve Orman Bakanlığı) kavgayı biliyor. Ama ben hâlâ şüphedeyim, iki taraf kavga ederken unutulmaya çalışılan başka bir gerçek var. Orman Bakanlığı, 2023 yılına kadar ödeme garantisi verdiği yangın söndürme ihalesinde daha düşük fiyat veren THK ile değil, daha yüksek fiyat veren iki ayrı şirketle anlaşmış. Bu şirketlerden biri bir mimarlık şirketi, uçağı bile yok, kiralayacak. Öte yandan kullanılan birkaç uçakta Doğu blokundan alınmış, yani oldukça eski. Bu şirketlerle 4 bin saat üstünden anlaşma yapılmış. Kısaca yangın çıksa da çıkmasa da, uçaklar uçsa da uçmasa da bu şirketler paralarını alacak. Fazladan uçarsa onun da parasını alacak. Bu para ne kadar? 42 helikopter için 690 milyon lira. O helikopterler de ortada pek gözükmedi. Aklıma şu soru da geliyor: Devletin her yangın için vermeyi garanti ettiği para da mı suyunu çekti? Şimdi herkes birbirini suçluyor. İhaleye giren şirket ortada yok! Buna dikkat! İkinci konumuz elbette Diyarbakır, Mardin ve Van kentlerine atanan kayyımlar ve bu atamalara karşı yapılan haklı protestoların orantısız bir güçle bastırılmaya çalışılması. Böyle olacağını Süleyman Soylu seçimler öncesi söylemişti, “Kazansalar bile biz kayyım atayacağız!” Atadılar da! Bu kayyım atama işinden sonra bazı yazarlar Erdoğan’ın derin devlet tarafından ele geçirildiğini yazmaya başladılar. Efendiler, kimse ele geçirilmedi, zaten çok uzun zamandır devlet ve iktidar derin devlet gibi çalışıyor. Şimdi biraz bu derin devlet işine bir göz atalım, dünyanın her yerinde iktidarları yöneten bir derin devlet vardır, bunlar aslında birer taşeron olan hükümetleri çokuluslu şirketler lehine idare etmeye çalışırlar. Örneğin silah lobisi, ansızın Irak’ı nükleer bomba yapmakla suçlar, hükümetlerin Irak savaşına girmesini sağlamak için sahte dokümanlar oluşturup kamuoyunu ikna ederler. Emri de başkana ve meclise verdirirler. Sonuçta Irak’ta bir milyon kişi öldürülür ve sonra özür dilenir, çünkü Irak’ta nükleer silah bulunamamıştır. Ben bunu nereden biliyorum? Dünya artık çok küçüldü ve kapatılmak istenilen pek çok kanalda yakın tarih için yapılan belgeselleri izlerseniz durumu anlarsınız. Bu belgesellerde artık emekli olmuş istihbarat elemanları çatır çatır konuşuyor. Ayrıca Amerika, Irak savaşı için özür diledi.
Derin devlet adını verdiğimiz şey aslında insanlardan oluşur. Ve oldukça karmaşık bir yapısı vardır, her kurumda olduğu gibi bu kurumda da farklı düşünenler olacaktır. Bu farklı düşününler arasında da çatışmalar söz konusudur. Biz sıradan yurttaşlar biraz bir şey öğreniyorsak bu farklı düşünenlerin rekabeti sonucudur. Ve dünyamız artık algıların başarıyla yönetildiği bir dünyadır. Şimdi algılar nasıl yönetilir, küçük bir örnek vermek istiyorum.
Diyelim ki, iki yabancı misafirim var ve onlara üç gün içinde Türkiye’yi anlatacağım, bakalım neler yapacağım: Önce iki yabancıyı havaalanından alıp sahil yolundan merkeze sokuyorum. Bu arada bakıyorum, şaşırıp kalıyorlar, bir zamanlar gezdirdiğim iki Japon arkadaşım gibi. Onlar daha ilk başta söylemişlerdi, “Türkiye çok zengin, Amerika dışında hiçbir ülkede bu kadar lüks otomobilli bir arada göremezsin.”
Bunu biliyorum ya, hemen benzinin litre fiyatını da söyleyiveriyorum. İlk vuruş tamam, zengin bir ülkedeyiz.
Ardından iki yabancıyı, lüks bir otele götürüyorum, ardından da Boğaz’da ünlü bir lokantaya. Bu arada kaldıkları otelin bir geceliğini ve yedikleri yemeğin parasını da söylüyorum. Şaşırıp kalıyorlar, fiyatlar acayip uçuk. Üstelik kaldıkları otel dairesi için (Türk parasıyla 22 bin lira) sırada insanlar olduğunu ve bu odada daha fazla kalabilmek için yöneticilere rüşvet teklif ettiklerini de ilave ediyorum. Eh, lokantaya da daha önceden yer ayırtmak gerekiyor. Ardından Kapalıçarşı’ya geçiyorum. Dünyanın pek çok yerinde Kapalıçarşıları gezmiş olan misafirlerim şaşırıp kalıyorlar. Bir altın bolluğu, muhteşem bir zenginlik! Daha üç gün olmadan yabancı misafirlerim, zengin, şaşırtıcı bir ülkede olduklarına ikna oluyorlar.
Ve sıra geliyor ikinci Türkiye’yi göstermeye. İki yabancıyı bu kez havaalanından aldıktan sonra şehir içinden merkeze götürüyorum. Karmakarışık bir trafik, sağdan soldan sollayanlar, yabancıların bir anda dilleri tutuluyor, korku tüneline girmiş gibiler.
Onları şehrin merkezinde sıradan bir otele yerleştirip başlıyorum gezdirmeye. Arabamızı önce muhafazakâr bir semtteki bir kız Kuran kursunun önünde bekletiyorum, az sonra çocuk yaştaki kızlar, başları örtülü, ellerinde kitaplarıyla çıkıyorlar, yüzlerinde hiçbir neşe ifadesi yok. Ardından misafirlerimi Kapalıçarşı’nın labirentlerinde dolaştırmaya başlıyorum. Muhteşem mücevherleri işleyen ustaların basık, havasız mekânları onları şaşırtıyor. Ardından benizleri soluk çocuk işçilerin iki büklüm çalıştıkları merdiven altlarını bir bir ziyaret ediyoruz. Onların ekmeği ekmeğe katık ettikleri mekânlarda yemek yiyoruz, bir de kola içiyoruz, bugünlük rızkımız bu kadar. Gece işimiz uzun, onları ev kadınlarının, küçücük kızların, haplanmış travestilerin iş beklediği herkes için malum caddelere götürüyorum, ardından birileri bizi evine kabul ediyor. Beş kişinin aynı tuvaleti kullandığı yan yana odalardan geçiyoruz, evdeki yoksulluk misafirlerimi etkiliyor. Ve misafirlerim onların uzattıkları çayı içmekte tereddüt ediyorlar. Gördünüz, kısacık bir zamanda iki Türkiye anlattım. İşte algı yönetimi böyle bir şey. AKP iktidarı bunu yıllarca başarıyla yaptı. Şimdi sır döküldü ve her şey ortalığa saçıldı. Panik havası bundan!
Şüphe et ki, doğruyu bulasın...
Yazarın Son Yazıları
Sevgili okurlarım vallahi billahi bana iki şeyden daral geldi.
Sevgili okurlarım sevdiğim tahta heykeller diyarı Değirmendere’ye taşındığımdan beri dostlarım, okurlarım beni hiç yalnız bırakmıyorlar.
Sevgili okurlarım, son yazdıklarıma bir göz gezdirdim.
Sevgili okurlarım, yıllar önce İspanya’nın Endülüs bölgesinde dolanırken nereden aklıma düştüyse yolda gördüğüm Çağlar Boyu İşkence Aletleri Müzesi’ne girivermiştim.
Sevgili okurlarım gerçekten bıktım, neden mi?
Sevgili okurlarım bir an kendimi bir reklam şirketinde çalışırken buldum.
Geçtiğimiz hafta, uzun zamandır siyasal ve ekonomik belirsizlik, biri biterken öteki başlayan savaşlar ve giderek şiddetini artıran emek sömürüsü karşısında umutsuzluğa kapılan dünya halkları, uzun zamandır egemen güçler tarafından özellikle unutturulan bir sözcüğü yeniden anımsadı: “Sosyalizm!”
Sevgili okurlarım tarih bize, ülkelerin çökmesine en çok yardım edenlerin kraldan çok kralcılar olduğunu gösterir.
Sevgili okurlarım ülkemin içinde bulunduğu belirsizlik durumu, giderek çoğalan çocuk çetelerinden söz etmek, öldürülen yoldaşların ardından ağıt yakmak, her gün bir kadın cinayetiyle yüz yüze gelmek beni hiç olmadığım kadar umutsuzluğa sürükledi.
Sevgili okurlarım bu hafta bir vatanseveri, bir doğa koruyucusunu, işi sadece gerçekleri belgelemek olan bir güzel insanı Hakan Tosun’u toprağa verdik.
Bir avukat İstanbul’da kalabalık bir caddede, ofisi önünde maskeli kişiler tarafından Kalaşnikoflarla taranarak öldürülüyor.
Sevgili okurlarım insanın tüylerini ürperten. “Bu kadar da olmaz” dedirten bir fotoğrafa bakıp duruyorum.
Sevgili okurlarım hepiniz benim Adana sevgimi bilirsiniz.
Onun hiçbir şeyden haberi yoktu.
Sevgili okurlarım şimdi gelin İtalya’nın Roma kentinde vahşet resimlerinin sergilendiği bir müzeye girelim.
Sevgili okurlarım bugüne kadar hiçbir kitap beni böylesine acıtmamıştı.
Sevgili okurlarım, sivil itaatsizlik özellikle yasalardan, yönetimden hoşnut olmayanların başvurduğu bir eylemdir.
Sevgili okurlarım bugün yazıma Leonard Cohen’in “Herkes biliyor geminin su aldığını./ Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini./ Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu” şiiriyle başlayayım dedim, herkes biliyor da ben neden böyle doktorun az önce biyopsi yaptığı bir hasta gibi endişeyle bekliyorum.
Sevgili okurlarım iyice kafa sersemi olduk.
Sevgili okurlarım bu yaz kendimi büyük bir açık hava tiyatrosunda oyun izliyor gibi hissediyorum.
Sevgili okurlarım bir hafta önce ülkemizde her yer yanıyordu.
Sevgili okurlarım başlık benim değil, sosyal medyada gördüm, sahibini aradım, bulamadım ama bu başlığa vuruldum.
Sevgili okurlarım bu hafta yazar Pınar Kür’ü sonsuza uğurladık.
Sevgili okurlarım ne yazık ki kavşağa geldik arabayı ya uçurumdan aşağı süreceğiz ya da hepimiz yepyeni sorular sormaya, çözümler bulmaya çalışacağız.
Başlığım kimseyi şaşırtmadı değil mi? Evet, bu canım ülkede yepyeni bir savaş deneniyor.
Sevgili okurlarım şimdilik füzelerle, insansız uçaklarla yapılan savaş bitmiş görünüyor, doğrusu ben bittiğine hiç inanmıyorum. Bir yerlerde gene füzeler uçacak, çocuklar ölecek, ölüyor da. Şimdi gelelim bizdeki asıl savaşa. Evet dostlarım ülkemizin zeytinliklerimizi bitirme savaşı bu.
Sevgili okurlarım meğer bizim bu kadim ülkemizde ne kadar çok savaş uzmanı varmış.
Sevgili okurlarım, epey bir zamandır yaklaşık 20 yıldır bu köşede neredeyse aynı sorunları yazmaktan bıktım.
Sevgili okurlarım gene bir bayram günü, üstelik pazar. Açık konuşmayı severim bilirsiniz öyleyse açık konuşayım ben bu bayramı hiç sevmem.
Sevgili okurlarım bir kentten başka bir kente taşınmak ne kadar zormuş.
Sevgili okurlarım 50 yıldır yaşadığım İstanbul’u bırakıp Kocaeli’nin Değirmendere Mahallesi’ne taşınıyorum.
Sevgili okurlarım 25 yıllık hayat ve iş arkadaşım, kızım Dünya’nın babası cebinde şiirlerle dolaşan tüm hayatı boyunca devrime inanan film yönetmeni Ali Özgentürk’ü sonsuzluğa uğurladık.
Yurdumuz yeniden bizim olmalı!
24. yılını kutlayan Afyonkarahisar Klasik Müzik Festival
Unutma deprem geliyorum der ve gelir!
Analar babalar, çocuklarımıza kıyıyorlar!
Bak şu işe ben şu küçücük Yunanistan’ı kıskanıyorum!
Boykotun sessiz çığlığı
Plastik mermi, cop, tazyikli su ve bitmeyen tutuklamalar
Hep birlikte haykırıyoruz: ‘O gün bugündür!’