İnsanlık bir arada yaşamaya başladığı andan itibaren sosyalleşme doğal bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Bu sosyal ortam içinde sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmek için insanlar arasında bir bağ kurma ve iletişim geliştirme zorunluluğu doğmuştur. Sosyal bir varlık olan insanın temel sosyal gereksiniminin ilk sırasında iletişim yer alır. Bir insanın sosyal ortam içerisindeki konumunu belirleyen temel unsur aslında, diğer insanlarla kurduğu iletişim biçimi ve bu iletişimin sonucudur.
Bu yazıda, iletişimin sonucunu önemli ölçüde etkileyen ve bizlerde öğretilmişlikler ile kültürel kodlanmalar sonucunda oluşan bazı kalıplaşmış kavramların ikisini ele alacağız: “Doğru–yanlış” ve “haklı– haksız”.
BİREYLERİN ÇATIŞMASI
Gerek insanlar arası gerek topluluk ya da toplumlar arası gerekse birey ve kurumlar arası iletişimde “doğru– yanlış” veya “haklı–haksız” şeklinde yürüyen tartışmalar son derece önem taşır.
Taraflar arasındaki tartışmalarda sıkça görülen “Ben haklıyım, sen haksızsın” biçimindeki karşılıklı iddialar, iletişimi kolaylıkla sosyal bir çatışmaya dönüştürür. Taraflar olaylara nesnel bakmak yerine, kendi değer yargılarına dayanarak savunma mekanizmasını devreye sokar, böylece kendilerinin doğru ve haklı, karşı tarafın ise yanlış ve haksız olduğunu kanıtlamaya çalışırlar. Bu nedenle en basit bir durumda bile çatışma ortaya çıkmakta ve enerjimiz boşa harcanmaktadır.
Bu durum, süreklilik gösterdiğinde huzursuzluk ve mutsuzluk ortamı yaratır; ayrıca iki taraf için de faydalı olabilecek bir zeminin oluşmasını engeller.
ORTAK PAYDADA BULUŞABİLMEK
Ünlü filozof Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi, “Bilimsel ve nesnel olmayan sosyal olay ve durumlarda mutlak doğru–yanlış ya da mutlak haklı–haksız yoktur; yalnızca yorumlar vardır.” Bu yorumlar ise kişilerin yaşamları boyunca edindikleri ve zihinlerine kodlanmış kültürel değerlere göre görecelidir, kişiden kişiye değişir.
Bizler, etik ve insani ortak değerlerin dışındaki sosyal olay ve durumlara bakış açımızın, bireysel olarak edindiğimiz kültürel değerlere göre şekillendiğinin farkına varabilirsek “doğru–yanlış” ve “haklı–haksız” üzerinden tartışarak bir sonuca ulaşamayacağımızı anlamış oluruz. Asıl çözüm; nesnel bir bakış açısıyla sorunun özüne odaklanmak, durumun her iki tarafa olan fayda ve maliyetlerini değerlendirmek ve böylece sorunu ortadan kaldırıp uzlaşma olasılığını artırmaktır.
Bu yaklaşım, enerjimizi tüketen çatışmalar yerine “uzlaşma dili” ile hareket ederek iki tarafın da faydasına olacak bir sonuç ortaya çıkarabilir.
TOPLUMSAL UZLAŞMA
Ülkemizde mevcut siyasal iktidar, ideolojisi gereği insanların değer yargıları ve dini kimlikleri üzerinden siyaset yaparak toplumu ciddi biçimde kutuplaştırmıştır.
Oysa dini ve kültürel kimliklere dayalı “doğru–yanlış, haklı–haksız” tartışmaları görecelidir ve kişiden kişiye değişir. Bunun yerine insanın yaşamını sürdürebilmesi için öncelikli olan temel insani ve evrensel etik değerler (sağlık, güvenlik, barınma, aş, iş, adalet, doğruluk, dürüstlük, insanlık onuru gibi) merkeze alınarak yapılacak siyaset, ortak bir toplumsal payda oluşturacaktır.
Fikirsel olarak anlaşamasak bile “ortak insani değerler” konusunda uzlaşmak ve barışçıl bir toplumsal ortamı kabul etmek zorundayız.
NE YAPMALI?
Muhalefetin, toplumun ortak değer ve paydaları etrafında birleşmesini sağlamak için toplumu bilinçlendirmesi ve örgütlemesi gerekmektedir. Çünkü uzlaşma dili yerine çatışma dilinin kullanılması durumunda taraflardan hiçbiri kazanamaz. Bir taraf kaybederken diğer taraf daha fazla kaybeder.
Unutulmamalıdır ki: Her birey veya taraf, yaşamış oldukları ve edindikleri kadar (öğretilmişlikleri ölçüsünde) kendince doğru ve haklıdır.
İletişim Uzmanı İsmail Doğan