Son zamanlarda, yangınlardan çıkıp depremlere, depremlerden kurtulup yangınlara taşınan hayatlarımız yalnızca “trajedi” sözcüğüyle örtüşüyor. TDK’ye göre anlamı, “çok üzücü ağlatı” olan bu sözcüğün içinde debelenirken yaşayıp görüklerimiz bize talihin vahim biçimde tersine döndüğü koşulları, evrensel düzenin ihlalini, dehşet verici ve sersemleten sonları, felaketle iç içe geçen akıl dışılığın insana ettiklerini söylüyor. Sözcük kendi anlamından çok daha derinini ve büyüğünü ifade ediyor bizler için. Çünkü hayatlarımız, bu ülkede pamuk ipliğine bağlı. Rantseverler ve çıkarseverlerin aşırılıklarına, akıldışılıklarına kurban edildik. Trajik olana kapılmamız kör bir karanlığa hapsedildikten sonra başladı. Halkımız, bu baht dönüşünün iktidarlar ve onların sunduğu bataklıkların içinden geçerken fark edemedi. Uyaranlara kulağını kapadı. Anladığında ise sadece yıkıntıların arasında mezarsız ölülerin çığlıklarına kurban edilen hayatlar kalmıştı. Kalanlar, molozların arasında her gün daha fazla yitip gitti. Bu acıların karşısında Antik Yunan tragedya yazarları bile isyan ederdi. Onların şiirlerindeki toplumun dengesini altüst eden insana ait zaaflar sıradan kaldı yaşadıklarımızın yanında. Ancak isyan yerine tevekkül etmek tercih edildi. Yeniden hayatın sonsuz sancısı içindeki sıradanlığa kapıldı insanlarımız.
Bir kış günü, Hatay depreminde hayatını yitiren Eylem’i toprağa vermek için çıktık yola. Eylem, babası Orhan Aydın’dan el alan gencecik bir tiyatro sanatçısıydı. Anneannesinin taziyesi için birkaç günlüğüne Hatay’a gitmiş, orada yakalanmıştı depreme, rantgözlerin “para, para...” deyişine. Orhan Aydın enkazın altında ses veren kızı için hepimizin gözlerinin önünde ve gözümüze sokarak çırpındı. Günlerce, saatlerce kepçe getirtmek için uğraştı. Parayla satılan çadırların arasından seslendi koca ülkeye. Bizler duyduk ama duyması gerekenler duymadı. Bu kadar büyük felaketlerden sonra simge isimler unutulmaz: Eylem, deprem sonrasında yalnızca böylesine vahim bir ihmalin kurbanı değil, simge ismiydi adeta. Onun özelinde solmuş hayatlara, kaybolduğu söylenen çocuklara, deprem sonrasında da yaratılan çıkar çetesine, adaletsizliğe, sömürgenlere itiraz ettik. O gün Akyaka’da, ormanın içinde Eylem’in narin bedenini gömerken, İngiliz kuramcı John Orr’un Antik Yunan tragedyaları ile modern çağın dramalarını ele alırken söylediği, “temel trajik deneyim, telafisi olanaksız bir insani kayıp deneyimidir” sözüyle yeniden buluştum. Yanımdaki dostlarımla çok ağladığımız, dahası Eylem’in yaşama sevincini düşününce tam tersi duyguya savrulup boğulurcasına güldüğümüz bir başka bir gün olmadı hayatımda.
Eylem ve on binlerce insan toprak altında can verirken, sanatçılar yardım kampanyaları için buluştu, kimi ödenekli ve özel tiyatrolar kalanlara sanatla merhem olmak amacıyla hizmet sundu. Ancak bir yaşama ve vicdan kültürünün öncüsü olan tiyatro, toplumsallığı da içinde barındırarak depremin etkilerini sunan bir tartışma hattına girmekten kaçındı. Oysa Ankara Halk Tiyatrosu, 1970’lerde yargılanma pahasına deprem ve sonrasındaki zulmü göstermekten kaçınmamıştı. 17 Ağustos sonrasında Dostlar Tiyatrosu, Behiç Ak’ın “Fay Hattı” oyununu sergileyerek depremde yıkılması muhtemel olanın sadece evler değil, toplumun en küçük birimi olan aile olduğunu orta sınıfın ahlak çöküntüsü üzerinden tartışarak vermişti. Bizler bu meselede sınıfta kaldık!
Günümüzde, hele hele modern toplumlarda trajedi algısı, modası geçmiş bir konu olarak yorumlanabilir pekâla. Çünkü binlerce yıl öncesinin yaşama anlayışı yiğit savaşçılar, kurban edilmeye meyilli bakireler, kaderin sunduğu değerler üzerinden rahatlıkla ele alınıp metafizik eğilimler, tanrılar ve sahte kahramanlara atıfta bulunan bir değerlendirme yapılabilir. Bizim trajedimiz ise kapitalizmin tekelinde çürüyen toplumdaki dinbazların para kazanma züppelikleriyle örgütlenerek hepimizi yıkıma sürüklemesinden geçiyor. Bu gerçeği göz ardı etmeden kendi değerler silsilemizi yaratmak zorundayız.
Yıllar önce Can Yücel’in cenazesinde torunu, “Dedemi nereye ekeceksiniz?” diye sormuştu. Bu soru hem toprağın bize yaşamsal bir döngü olduğunu söylüyor hem de bu ülkede Can Yücel zekâsının ve birikiminin süreceğine işaret ediyordu. Biz, her şeye rağmen iyiliği ayağa kaldırmak, yine de umudu omuzlamak zorundayız. Ama akılla, bilinçle ve bilgiyle.
Eylem de böyle isterdi, kuşkusuz.