Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanında aklımda ellenmeden duran bir bölüm vardır. Andrey yaralıdır. Nataşa savaşın tam da ortasında, onu aldattığı için ayrılan kocasını bulmuştur. Bu defa sevgiyle vefa duygularının arasında bir yerde iki sevgili yeniden beklenmedik bir karşılaşma yaşar. Yaşamın olanca hüznü onlarladır artık. Hayat deneyiminin içinden geçerler. Andrey gökyüzüne bakıp evrenin muazzam enginliğine ilk defa tanıklık eder. Nataşa dans salonlarının albenisinden sıyrılıp sevdiğinin son dakikalarını iyi geçirmesini sağlar. En sonunda sevdalı bir kadının şefkatiyle huzurla ölür Andrey. Ölümü hak etmemiştir. Ama savaşan her askerin neredeyse kaderidir onunki. Çünkü Tolstoy’a göre iyi insanların ölümle kavuşma anı bile kıymetlidir. Öte yandan toprak altına gönderdiğimiz, büyük bir yaratıcı, usta, aydın, dahası önderse, onun yıllar yılı büyük bir emekle ve dirençle biriktirdikleri de gömülecekse... Geriye yalnızca bedeni değil onca birikimi de toprak altına koymanın sancısı kalır. Hele aradan yıllar geçmesine karşın bir de özleniyorsa, yokluğu olanca şiddetiyle hissediliyorsa... Erhan Gökgücü’nden söz ediyorum.
***
O “Memleketim... Memleketim” oyununu, Sabiha Sertel’in ölüm döşeğinde geçmişiyle hesaplaşma aralığında başlatır. Başına onca çorap örülmüş, “Tan” gazetesi baskınını yaşamış, sürgünlüğü tatmış bir entelektüelin direnme çabasıdır bu. Erhan abi hastanede ölüme karşı mücadele ederken aklıma ilk önce bu oyundaki bölüm geldi. Gökgücü’nün kaleminden haysiyetli bir yaşamın hesaplaşmasını onun ölümle çatışmasına denk düşürmeyi düşünmemde bir tuhaflık yoktu elbette. Belki o da bir zamanlar kaleme aldığı, son anlarını kurguladığı Sabiha Sertel’le benzer yazgıyı paylaştı. Wilde ne demişti, “Sanat, hayatı taklit eder”. Tüm yaşamını sanata adamış, yetmemiş sanat kurumlarının geleceği için çabalamış, deyim yerindeyse bir “tiyatro militanı”nın bu sözün gizemini paylaşmasından doğal bir şey yok.
***
Gökgücü hemen hemen yazdığı tüm eserlerde öncelikli olarak tiyatro sanatının gereği estetik bilinci hep düşünsellikte aradı, buldu, izleyiciye yaşattı. “Giordano Bruno”da 16’ncı yüzyılda yaşamış mazlum bir filozofun yaşam öyküsünü yazarken bu ülkenin aydınlarına reva görülen acıları da “tarihselleştirme” olgusuyla sahneye taşıdı. “İki Kalas Bir Heves”te “çağ dışı” olarak nitelendirilen bir oyunu eskisinin kendini var etme çabasını ele aldı. Çok sevdiğim oyunu “Duyarlılık Üstüne Vivace”de yıkılmak üzere olan bir binadaki entelektüel ile genç bir kızın serüvenini anlattı. “Promete 1940”da bu ülkede kültürel yaşamın kurucusu Hasan Ali Yücel’i belgesel tiyatro üzerinden aktardı. “Kısmet”te, oyuncu olmak isteyen genç bir kızın toplumsal önyargılardan oluşan engellere takılıp intihar etmesini tartışmaya açtı. Son zamanlarda polisiye romanlar kaleme almış, dosya olarak ilk okurlarından biri olunca hayrete düşürmüştü beni. “Muz Kabuğu Cinayeti” ölümünden sonra okurla buluşabildi.
***
Erhan abi, tam bir tiyatro insanıydı. Konservatuvardan mezun olduktan sonra devlet tiyatrosunu statükocu bir anlayışa sahip olduğu inancıyla terk etmiş, politik soluğu yüksek tiyatrolarda oyunculuk yapmıştı. O yıllarda belli ki alternatif tiyatro yaşamı daha kolaydı. Sonra yeniden devlet tiyatrosuna dönmüş, Adana’da bölge, Trabzon’da kurucu bölge müdürlüğü yapmıştı. Yirmili yaşların başında devlet tiyatrosuna girdiğimde başrejisördü. İlk oyun maceramda, Brecht’in “Üç Kuruşluk Operası”nda yönetmenimdi. Yapmasına müsaade edilseydi son oyununda da yönetmenim olacaktı. Bir oyunu “yönetmek” tanımı onun için hafif kalırdı. Sahnede en iyisini bulmak için günlerce çabalar, gece gündüz oyunla yaşardı. Onu zaman zaman sırf, ikinci hecesini üstüne basa basa vurguladığı “alçak” sözcüğünü söyletmek için kızdırırdım. “Canikom”un Arnavut inadı vardı. O inat, onu ayakta tutar, düşmesine izin vermez sanıyordum. Yanılmışım. Bazen iyi ki bugünleri görmedi diyorum. Zaten kalbi dayanmazdı.
***
Önceki gün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın tarihi salonunda Funda Gökgücü’nün çabası ve değerbilirliği ile Erhan Gökgücü anısına verilen ödül törenini izlerken geçmişten bugüne onun taşıdığı değerleri düşündüm. Damla Makar, Nazife Aksoy, Berkay Veli üçlüsünün sunduğu tören bir müzik şöleni ile açıldı. Yaylı Sazlar Quarteti Nehir Ulutan 1. keman, Defne Han 2. keman, Dilan Kebir viyola, Emir Eren Günce viyolonselden oluşuyordu. Gitarda ise “Dorukhan Ersin, Güneş Gökmen” ikilisi bizi bambaşka bir müzikal yolculuğa çıkardı.
***
Bu yıl Erhan Gökgücü Emek Ödülü’nü iki kıymetli isim aldı. Orhan Alkaya, Macit Koper, Gülşen Karakadıoğlu, Mehmet Birkiye, Ayşenil Şamlıoğlu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Funda Gökgücü’den oluşan seçici kurul Seçkin Selvi ve Cengiz Özek’i tiyatro sanatına hizmetleri ve bizlere kazandırdığı nitelikli yazı ve yapıtlar nedeniyle onurlandırdı. Seçkin Selvi’nin ödülünü Karakadıoğlu aldı. Selvi gönderdiği mektubunda; “Kitaplarını severek okuduğum usta yazar, İstanbul’da izleme fırsatını bularak hayran oluğum ‘Getto’ oyununun eşsiz yönetmeni, tiyatronun yeri doldurulamayan sanatçısı, yaşıtım Erhan Gökgücü ile yeni bir buluşmada” olduğunu belirterek, “Eleştiri, bütün sanat dallarının olduğu kadar tiyatro sanatının, sanatçılarının ve emekçilerinin de destekleyicisi, yoldaşı, omuzdaşı, öncelikle de kışkırtıcısıdır” diyerek eleştirmenliğin değerine atıfta bulundu. Cengiz Özek; konservatuvar yıllarında Erhan Gökgücü’nün kaleme aldığı oyunları çalışırken bir gün onun anısına bir ödül alacağını aklından bile geçirmediğini belirtti. Dahası bu ödülün ülkemizde özellikle sanat çevrelerinde göz ardı edilen kukla sanatının itibarını teslim etmeye yönelik değerli bir hamle olduğunu vurguladı.
***
Erhan Gökgücü Yazarlık Ödülü’ne Şeyma Yol Kara “Özgürlüğe Son Bilet” oyunuyla layık görüldü. Özellikle kadın kimliğinin görmezden gelinişi ile kadınların ayakta kalma serüveninin bize önemli bir izlek sunduğu metnin oyunun atmosferi ile bütünleşmesinin başarısının kapısını araladığına değinildi. Doğan Hızlan, Gülşen Karakadıoğlu, Işıl Özgentürk, Hakan Gerçek, Özlem Belkıs, Barış Erdenk, Ahmet Mümtaz Taylan, Serpil Ekin Terlemez ve Funda Gökgücü’den oluşan seçici kurul ayrıca; Ozan Gökmen’in “Uğultu ya da Üst Kattaki Piyanist”, Burak Çapan “Son Şansölyenin İlk Günü”, Erkan Gündüz “Manca”, yine Şeyma Yol Kara’nın “Uğuldayış” eserlerine özel ödül verdi. Ozan Bayan’ın “Kör Kuyu” eseri ise dünyada ilk defa bir kedi anısına verilen Lucifer Ödülü’nün sahibi oldu.
***
Erhan Gökgücü adı bize onun yokluğunu hüzünle anımsatıyor; ancak anısına verilen ödül pek çok yeni ve özgün esere yol açması, tiyatro sanatına anlam kazandıranları takdir etmesiyle mücadelesini sürdürüyor.
İyi ki bu hoş sedada seninle yol aldık be Erhan abi.